7 Nisan 2010 Çarşamba

samimiyet ve zevahir

psikolojikleştirme denen bir temayül var ki biz psikolog kişilerinde çok görülür bir temayüldür. siz çok görmeyin ama napalım, böyle bir terbiyeden geçiyoruz biz de. sonra inanır mısınız geçtiğimiz terbiyenin tesirini üzerimizden atabilmek için de başka terbiyelerden geçiyoruz. inanır mısınız?

işte bu psikolojikleştirme temayülünün de bir tesiri olmuştur belki, görünür olanla bir derdim vardı benim, hani, "mühim olan kalp temizliği" gibi laflar etmezdim elbet, "icraate bakalım beyler" bile derdim . ama ibadetlerin cemiyet hayatıyla kaynaşık olması, rutinin içinde akıp gitmesi, ibadet etmeme ihtiyarını insanın elinden yavaşça alıyor gibi geliyordu bana. bu da samimiyete zarardı. halbuki samimiyet en mühimi değil miydi?

sonra günler geceler geçti ve şöyle bir şey fark ettim, samimiyet zorlukların içinden çıkandı, çıkabilendi. cemiyet bir yanıyla tehdidi olacak ve tehdit ederken de aslında koruyucusu olacaktı samimiyetin.

spinoza burda olsa bana hak verirdi eminim ki :) çünkü barış hali hep uyanıklık gerektirir sanıldığının aksine uyku değil.

zevahir ,şifonyer ve foucault

bir keresinde bir zevahir kurtarıcısına kızmıştım vakti zamanında sonra durup demiştim ki kızma elin oğluna, asıl zevahirin kurtarıcısı Settar olan Rabbimdir, örter kusurumuzu, günahımızı, çok şükür ki örter. kim ister ki tüm karanlığıyla görünür olmayı.

foucault burda olsaydı bu yazdığım üzerine Tanrı imajımdaki iktidarın büyüklüğüne dikkat çekerdi, tüm karanlığımı bilen ve yine de örten. töbe de foucault derdim ona, imaj diil o. imaj hiç bişeydir, susuzluk herşey.

içime bir foucault sesi kaçtığından beri...

denize düşünce kurtarılacaklar

denize zevahir mi düşse kurtarırsın cevahir mi?*

*cevherler.
mesela neler cevher olabilir? özgürlük, dürüstlük, samimiyet olabilir, dostluk olabilir, aşk olabilir.


peki bu cevherleri zahirden nasıl ayıracaksın hıym sorarım sana dostum? mesela aşık olduğun adamı/kadını soy bütün kimliklerinden/ zevahirinden geriye kalan saf o mu? yoksa başka birşey mi artık? yahut dostlarını bir düşün, inanışlarınız, yaşayışlarınız farklılaşınca muhabbetlerin nasıl da tıkandığını, dostluğun konuşarak güçlendiğini ve konuşmanın ne kadar da zahiri bir fiil olduğunu.

5 Nisan 2010 Pazartesi

"tüm insanlığa kahve ısmarlamak, aklımdan geçen bu"*

eşyalarımı kütüphanede bırakıp çıktım, okuyacağım şeylerin çoğu bitmişti, bazı notları cebime aldım, bir de kalem aldım, her an yazı yazmak isteyebilirim diye. diğer cebime de telefonla cüzdanımı. evet, biraz şişti cepler ama olsun, çanta taşımamak güzeldi. gidip bişeyler yedikten sonra avare avare yürüdüm sokaklarda, keyfim pek yerindeydi, ne bir telaşım vardı, ne de bir derdim. üstelik içim muhabbet doluydu, aklıma gelen bütün arkadaşları sevgiyle yad ettim, hepsini arayasım geldi tek tek. hatta sokakta gördüğüm herkese selam verip biraz sohbet edesim de geldi. yaşlı bir teyzeyi gülümseyerek, oyuncak arabaya binen küçük bir çocuğu ise baş parmağımla selamladım, aslında ilk önce çocuk beni selamlamıştı böyle, erbakan selamıyla. reklam filmlerinde zıp zıp zıplayıp herkese neşe dağıtarak koşturan insanlardan olmuştum bir anda. yani en azından hayalimde. içimden birilerini aramak, bir kahve içmek, muhabbet etmek de geçiyordu aslında ve fakat reklamlardaki zıp zıp insanlar gibi hemen o muhabbeti bırakıp ordan ayrılasım da gelebilirdi. bir de kimi arayacağımı da bilemedim. yazı tura atsam dedim. ama yazı tura bana kimi arasam iyi oluru söylemiyor, şunu arasam iyi olurmuyu söylüyor. biraz eksik bir bilgi. bu arada telefonum çaldı işte, güneşin altındayken tasarruf modundaki telefonumda arayan kim göremiyorum, kim olduğunu bilmeden açıyorum ve sürpriz :)

*dublörün dilemması