20 Aralık 2009 Pazar

başka türlü bir yer gideceğim memleket

bugünlerde ait hissedemiyorum çoğunlukla. dönüp cümleme bakıyorum hissetmeyi de bir beceri gibi algılayışıma, öyle sunuşuma. herşeyin bir beceri gibi algılanmasını sevmiyorum. yapmadığım şu şeyi yapmıyorsam bunun becerisiksizliğimden daha başka nedenleri var, latif nedenler hem de. ama yine de letafeti yetmiyor nedenlerin, iç ses bazen sabote ediyor beceriksiz diye. sevmiyorum bu iç sesi. sussun. sevmediğim başka bir şey de karanlık. karanlık bende meraktan ziyade korku ve ümitsizlik hissi uyandırıyor. beyzbol oynarken topa vurmuşum da topun gittiği yön kararmış bir anda gibi hissediyorum, durduğum yerin aydınlığı yetmiyor ve karanlık beni ümitsizleştiriyor. sevmiyorum. mâmafih aydınlık meraklısı da değilim. loşluğu tercih edebilirim şu an. loşlukta hoşluk vardır :P

6 Aralık 2009 Pazar

kader kısmet conatus

"Her birinizde hiç birinize benzemeyen bir şey vardır," dedi onlara. "Bu sizi siz yapar. Ne ölüm ne çürüme bunu sizden alamaz. Bu kaderdir. Kaderinizdir. Ama kadere kendisini gösterecek zaman gerek. Bu yüzden genç ölene "kadersiz" deriz.Bu kararı kendi kaderinizle verin. Zalim, kaderleri yok edebilendir. Beni zalimlerden etmeyin. Gerekiyorsa onu benden çalın ve kendi yolunuza gidin!"
ikiilebir-reha çamuroğlu

diyemez ki:
-neme lazım? ben kamil adam olmak istemem . razıyım kıyıda bucakta kalmış yarı akıllı yarı aptal bir herif olayım. kâh güleyim kâh ağlayayım. bana tabii yaşayışın acılı tatlılı lezzeti lazım.
evet, bir insan bu meselede iradesini kullanamaz. her kişi için, dünyaya getirdiği kuvvetlerle mütenasip bir kemal mertebesi mukadderdir.yani zekâsı, istidadı, ruhunun temayülleri ve kuvvetleri nisbetinde olgunlaşmaya mahkumdur. çok basit adeta babayânî ve beylik bir felsefe. bununla beraber necdet’e yeni ve heybetli görünüyordu; çünkü o, bunları kendi yaşamış kendi bulmuştu.kısa bir formül yaptı ve dedi ki:
-herkes kendi büyüklüğüne ulaşmaya mahkûmdur.
kader ve kısmet denilen işte buydu. gizli ve sinsi bir kuvvet değil, âşikâr bir şey. benim kaderim ve kısmetim işte ben, kendimim, ben necdet! şöyle bir bünye, şöyle bir dimağ, şöyle bir ruh ve bunların kâh müsbet kâh menfi faaliyeti yekûnu olan kaderim ve kısmetim."
kadıköyü’nün romanı-safiye erol

4 Aralık 2009 Cuma

bir günün sonunda

bugün zizek dinledim öğleden sonra, ideoloji ve sinema üzerine konuştu.
akşam da lacan semineri vardı bir yerde ama napıyım lacan'ı gidip yiyeyim kebabımı dedim ve o esnada kendimi şöyle bir cypher hissettim:

2 Aralık 2009 Çarşamba

nefs ejderhası ya da kargası

"Nefs hayvanı"yla barışık Barak. Bunu saklamıyor. " Suya girdiğinde akıntının tersine kulaç atarsan yoktur kurtulma ihtimalin," diyor dervişlerine. Önce suyla tanışacaksın, bakacaksın ne yöne akıyor? Sonra kendini ona teslim edeceksin, ona güvendiğini anlayacak, sonra kulaçların seni geçmek istediğin kıyıya götürür. Nefs ejderhası da böyledir, gemine asılırsan azar, hakkından gelemezsin. Fazla zorlamaya gelmez. Gönlünü hoş tutacaksın, yavaş yavaş alıştıracaksın koşumlara. Koşumlarla barıştıracaksın onu, sonra istediğin yere sürersin. Teslim almak istiyorsan, teslim olmayı bilmen gerek. İkisi bir arada olmak zorunda."
ikiilebir/reha çamuroğlu

bir kere rüyamda bir karga gördüm, yerde duruyordu, elimdeki silahı ona doğrulttum, geldi dizime kondu ve bana dedi ki...

28 Kasım 2009 Cumartesi

nasıl bayramlar?

iyi bayramlar
hayırlı bayramlar
güzel bayramlar
mutlu bayramlar
huzurlu bayramlar
bayram gibi bayramlar
kanlı bayramlar :P
etli bayramlar
"çünkü bu can kurban sana ben koç kurbanı neylerem" uyanışlı bayramlar
önce kurban sonra azad olduğunuz
oh be dediğiniz derin bir nefes aldığınız
hem kurbiyetli hem hayatlı bayramlar
sevinçli bayramlar
sevgi dolu bayramlar sevdiklerinizle beraber
herşey O'nun.

not: güzel ve mutlu ile sıfatlayarak tebrik etme alışkanlığımın muhtemel kaynağını düşündüm bu esnada.

23 Kasım 2009 Pazartesi

insanoğlu böyle işte ya huzur arıyor ya macera, ya sabote edip huzurunu ya da feda edip özgürlüğünü.

haftanın williamları

haftasonumu kütüphanelerde geçirme sebebim, spirütüel benlik kavramını anlatan william james.

sonracığıma williamların en birincisi, afedersiniz william the bastard.

Good name in man and woman, dear my lord,

Is the immediate jewel of their souls:

Who steals my purse steals trash; 'tis something, nothing;

'Twas mine, 'tis his, and has been slave to thousands;

But he that filches from me my good name

Robs me of that which not enriches him

And makes me poor indeed.

dizeleriyle dedikodu hakkında bir kere daha düşündüren william shakespeare,

ve son olarak gönüllerimizin william'ı william wallace.

22 Kasım 2009 Pazar

sanıp da bahtiyar ölmek isterim

20 Kasım 2009 Cuma

ayağıma değmeyen taş

yolun bir yerinde bir taş, bir kaya ya da bir ağaç olduğunu biliyorum diyelim, hiç önünden geçmesem de o taş oradadır. eğer yolum düşer de yanından geçersem çarpmamaya dikkat ederim o ağaca. hiç görmemiş dahi olsam, o ağacın bilgisine sahipsem birine yol tarif ederken ağacın ilersinde ya da gerisinde diyebilirim. zihinsel bir haritam vardır. bunun gibi gündemime hiç düşmemiş ve düşmesi ihtimali hiç de yok gibi duran meseleler de benim zihinsel haritamın içindedir, ayağıma değmeyen bir taş olarak oradadır, fiillerimi de fikirlerimi de belirler. bir ev yapacaksam olmaz orda koca bir ağaç var, kesilmez evi şuraya yapalım diyebilirim ve bunu gayet de sessiz diyebilirim. haritaya bakarım ve o mekânı direkt gözden çıkarırım, düşünmem gerekmez. bazı meseleler de bizim için böyledir, sessizce ordadırlar ve basbayağı ordadırlar.
sınırlar da böyledir, biz çok geniş bir mekanda hareket ediyor da olsak bir duvar vardır orda, gitmesek de görmesek de o duvar bizim duvarımızdır. duvar varsa ardı da vardır :)

ömer lütfi mete anısına

bu platon meselesi de şurdan geldi aklıma, ömer lütfi mete'nin vefat haberini alınca inne lillah ve inne ileyhi raciun demeden evvel üzüldüm, aklıma bir meclisteki sohbetimiz geldi. bu hep böyle midir? biri vefat edince onunla ilgili anılar mı gelir akla hemen? film şeridi gibi geçen bizim onunla ne kadar var ise, o kadar hayatımız mıdır? benim de aklıma o akşamki sohbet geldi işte, masadakilerden birinin, ezel akay'ın ne kadar da derin bir insan olduğunu anlatmak için "çocuğuna eflatun adını koymuş yaa " dediği, benim de içimden "e ne ki şimdi bu, bu mu derinlik" diye geçirir ve yine mi platon diye uyuz olurken ,ömer lütfi mete'nin lafı imam rabbani'deki beden-zihin birlikteliği meselesine getirmesi geldi aklıma. yüzüm gülmüştü o vakit. platon 0-aslı 1'di :)
mekânı cennet olsun ömer lütfi mete'nin.

gülce de çok sevdiğim bir şiiridir.

diyor felsefeyi sever misiniz?

idealistleri hiç sevmiyorum. platon'a gıcığım var. kierkegaard'ı tanımam etmem ama onu da sevmiyorum. bir de felsefe okurken gülesim geliyor bazen.

11 Kasım 2009 Çarşamba

komik horoz

kendimi şöyle karikatürize edebilirim:
bir çöplük ortasında öten ve etrafına da irili ufaklı piliçler toplayan horoza uzaktan bakan horoz, düşünce balonu vesilesiyle cool bir edayla şöyle diyor " başka çöplükler de var be yavru".
şimdi başka çöplükler de var bilgisiyle bu çöplükte ötmeyen cool horoz da bana kendi çöplüğünde öten cevval horoz kadar komik geldi.

şunu da getirdi aklıma:
http://yazlikblog.blogspot.com/2009/01/acaba-diyorum.html

sözü güvence altına alma

Gergen’e göre hepimiz, olaylara dair kendi versiyonlarımızın, bunlarla yarışan diğer kavramlara üstün gelmesi arzusuyla motive edilmişizdir. Hepimiz, “sözümüzü” söyleyebilmek için ya da işitilme hakkı için mücadele etmekteyiz, dolayısıyla kendi inşalarımızın “söylenmesi güvence altına alınmış söze” en yakın olanlarını sunarız,
sözgelimi bize geçerlilik ve meşruluk sağlayabilecek temsiller kullanırız. Bu bağlamda, Kitzinger’in (1989) çalışmasındaki lezbiyenler, gerçek aşk ve gerçek mutluluk gibi söylemlerin içinden konuşan “söylenmesi güvence altına alınmış sözlerdi”.

Olayların bazı versiyonları diğerlerinden daha çok “söz söyleyebilme güvencesi verir” (Yani daha sık duyulmuşlardır ve ‘doğru’ veya ‘sağduyu’ damgalarını yemeye daha elverişlidirler.), bunun sebebi, göreceli olarak iktidar sahibi olan güçlerin hem kaynaklara hem de olayların kendi versiyonlarını sağlamlaştırmaya yarayan otoritelerinin olmasıdır. Sözgelimi, şirketler medyayı, kendi ürünlerinin belli temsilleriyle doldurmak için muazzam meblağlar ödeyebilmektedirler ve doktorlar gibi otorite pozisyonlarında bulunanlar, olaylara dair kendi versiyonlarını (teşhis koymak gibi), hastaları üzerinde (ki bedenlerinde ne olup bittiğine dair kendi hikâyeleri olabilir) meşru kılma kapasitesinin olması anlamında, “söz söyleyebilmelerini güvence altına alırlar”. Dolayısıyla bu örneklerde, olayların etkili inşası paranın gücüne ve tıbbi iktidara bağlıdır. Dolayısıyla Gergen’in terimleriyle diyebiliriz ki: Göreceli olarak güçlü durumda olanlar için “sözünü söyleyebilmeyi güvence altına almak” daha kolaydır.(vivien burr-Introduction To Social Constructionism)




7 Kasım 2009 Cumartesi

nostalji saati




bir parodik aile dramı filminin oyuncularıyla beraber bir kadıköy akşamından.

1 Kasım 2009 Pazar

mutfak

aptal durumuna düşmek/rasyonalite foucaldien/naif

25 Ekim 2009 Pazar

post

postmodernizmle ilgili bir şeyler okuyorum. hakikat kavramındaki dönüşüm, kavramların anlamının güçsüzleşmesi, yorumlanabilir oluşu, bu yorumların da kesinlikten uzak oluşu, içeriklerin yüzeyselleşmesiyle modernizmin postmodernizme evrilmesinden bahsedilir olmuş. önce edebiyatta, sonra mimaride ilk defa karşılaşmışız postmodern denen tarifle. modern kültürün politik olmayanı diye de tariflenmiş postmodern kültür. bu çağda artık maddesel üretimden daha önemli olanın bilgi üretimi olduğunu, sanayi devriminin bilgi devrimine, burjuvazinin de bilgi işçisine (oognitariat) yerini bıraktığını sonracığıma bilginin de artık bir veri değil yani verilmiş bir şey değil, toplum tarafından üretilmiş bir şey olduğunu okudum, yarın da sunum yapacağım bu şeylerle ilgili.
"mücahit, müşahit, müteahhit ve herşeye müsait" hale geliş postmodernleşme süreciyle alakalı ve bağlamdan kopuk değilmiş aslında.

Başka Yer

Zamanlardan bir zaman, ülkenin birinde, insanlardan uzak, bir dağ başında; kocaman, ihtişamlı bir şatonun küçük, sade bir odasında Sueño adında bir kız yaşarmış. Bu kızın tüm hayatı bu odada geçermiş ama tüm hayatı da bu odadan ibaret değilmiş elbette. Odası enfes bir manzaraya bakan Sueño, gün boyunca bu enfes manzarayı vegün içindeki değişimlerini izlermiş. Güneşin hareketleri, bulutların hareketleri, denizin renginin değişimi, rüzgarın sesi ve ağaçları sallandırışı, yağmurların düşüşü, tekrar güneşin açışı, karların yağışı hepsi ayrı bir coşku ve zevk verirmiş bu kıza. Ah bu odada, bu manzara karşısında ne kadar da mutluymuş. Bazı günler ise mutluluk sıcak elini üzerinden çeker, Sueño hüzünlenirmiş. Bu anlar daha çok, gözünün, annesinin bahçedeki mezarına takıldığı zamanlar olurmuş. Daha küçük bir çocukken vefat eden annesini, peder Mensajero ve bir kaç arkadaşı buraya defnettiğinden beri küçük kızın manzarası da zaman zaman hüzünle gölgelenmiş.

Yine böyle hüzünlendiği ve hatıralara daldığı bir anda, hızla vurulan kapının sesiyle irkilen Sueño karşısında dana evvel hiç görmediği yaşlı bir adam görmüş. Bu Sueño için çok garip bir anmış, şaşkınlığı tüm yüzünden okunuyormuş. Adamsa bu şaşkınlığa anlam veremeyip biraz da sinirli bir ses tonuyla " Görmüyor musun yağmurdan sırılsıklam olmuşum? İçeri almayacak mısın?" diye sormuş. O zaman Sueño'nun şaşkınlığı bir kat daha artmış işte, böyle güneşli bir havada bir insan nasıl yağmurdan sırılsıklam olsun ki... Anlam veremese de "Özür dilerim" diyip yabancıyı nazikçe içeri davet etmiş.Adama kurulanması için havlu vermiş ve oturması için bir yer göstermiş. Adamın konuşmaya başlamaya niyeti olmadığını görünce dayanamayıp sormuş " Bayım dışarıda yağmur yok, siz nasıl böyle ıslandınız?" , yabancı da yine sinirle " Neden bahsediyorsun dışarıda fırtına kopuyor" diye yanıt vermiş. Bu söylediği şey Sueño'ya o kadar komik gelmiş ki dayanamayıp gülmüş ve sonra adama dışarıdaki havayı göstermiş. " Bayım bakın dışarıda ne kadar güneşli bir hava var" , adam bunun üzerine Sueno'ya, kuzeyden geldiğini ve bu manzaranınsa güneyi gördüğünü anlatmış. Sueno için bir anlam ifade etmemiş tabii bu söylediği. "Sizin bu Kuzey dediğiniz bayım, denizin arkasında mı kalıyor?" diye sormuş. Bu defa şaşkınlık sırası adama geçmiş, bu kız çocuğu eğer benle kafa bulmuyorsa kuzeyi güneyi bilmiyor diye düşünmüş. Bunu anlamanın bir yolu olarak kızın kafasını biraz karıştırmayı görmüş. "Geçenlerde Batı tarafına yaptığım bir yolculuk esnasında senin gibi küçük bir kızla karşılaşmıştım" diye bir cümleye başlamış ama Sueno Batı tarafını da bilmiyor gibiymiş. Yine de bu adamın başka bir yerden gelmiş olabileceği fikri Sueño'nun aklına bir rüzgar gibi değip geçmiş. Bir çocukluk anısıyla gözleri buğulamış, annesinin "bak kızım görüp görebileceğin en güzel manzara bu" diyip dışarısını gösterdiği ana gitmiş bir anda. Nasıl en güzel manzara olabiliyor, öyleyse başka yerler de mi var sorusu garip bir şekilde aklına düşmüş. Düşer düşmez de bu düşündüğünün ne komik bir şey olduğunu anlamış. Elbette ki buradan başka bir yer yok diye kendi kendini onaylamış, peder Mensajero'nun da anlattıklarını hatırlayıp. Bu adam ne söylediğini bilmeyen bir ihtiyar herhalde demiş ve adamcağıza yiyecek içecek birşeyler ikram etmiş. Adam bu kızdaki tuhaflığı fark edip ikramlarına teşekkür etmiş ve fazla da oyalanmadan ordan ayrılmış.

Günler kovalamış günleri, Sueño unutmuş o gün aklına düşeni. Bir daha hiç sormamış acaba başka bir yer var mı sorusunu. Ama eskisi gibi de bakamamış artık manzaraya bir daha. Tarif edemediği bir farklılıkhissetmiş kendinde, "büyüyorum herhalde" demiş kendi kendine.

Uzun yıllar sonra, günün birinde, oturuyorken yine aynı odada, aynı pencere kenarında bir kuş pır pır etmiş kalbinde, daha evvel hissettiği, o rüzgar gibi değip geçen başka yer ihtimalini hatırladığında.

18 Ekim 2009 Pazar

yeni kıyı

garip ve uzun bir yolculuk yaptım.
çok anlatasım var ama çok yorgunum. kaybolmasını ise hiç istemiyorum tam bir görsel şölendi.
kaybolmasını çok istedim, tepeden bıraktım, şelale boyunca sürüklendi ve paramparça oldu.
parçalandığını görünce "oh be dedim", sırtımı bir ağaca yasladım, gözümde yaşlar boğazımda düğümler birikti. parçalanmasın diye az numara çekmedim. sonra ne oldu da bıraktı kertenkele kuyruğunu. bırakmak emniyetli bir iştir. üstümde krem rengi trençkot, mavi rengi kot, içimde de beyaz rengi gömlek vardı. bunlar neden önemli? neden anlamlı? kayıtlara geçilsin diye. çünkü bir numaramda kılık değiştirmiş, sandalın içine saklanmışım, sonra çıkardık içinden rızasıyla, rızamla.
tevhid-i şahsiyet bile yaptık sonra. hep beraber çıktık dağlara. yoldan dönünce özlem aradı kertenkeleydi, sandaldı anlatayım dedim
"ay aslı keşke psikolog olmasaydın" dedi.
seviyorum ben bu özlemi.
ulaş demişti ki, başlanan hiç bir ilişki bitmez , senledir, evrilir, çevrilir ama senledir hep.
amenna. ama mesela bir kere çıkıldıysa rahimden, dönülemez bir daha.

resme gelse bu anlatış, sonra yeniden anlatış, sonra bir yeni daha.
rarara rerereconstruction construction çok yaşa!
ne ilginçti değil mi her defasında?
david grand/ a step in the river.

11 Ekim 2009 Pazar

kaptanların seyir defterleri

Sevgili okur, uzak değil yakın bir zamanda sözel olmayan başlığında sana demiştim ki
"Pek çok çerçeveli düşünme eğilimi içerdeki huzuru kaçırabiliyor zaman zaman. 2004 senesinde beni bir kütüphaneden kaçırışı gibi . Bunca kitap, bunca fikir, bunca pencere "bööğ" diyerek dışarı çıkmıştım, gerçek bir mide bulantısıyla. Eskiden gayet sözel bir alanda huzur bulabiliyordum, ortasından inkişaf perdesi geçiyordu, tek başına sözel değildi elbette ki ama yine de ziyadesiyle sözeldi."

Aradan günler geçti, ben hesapta Lacan okuyorken aklıma Arabi geldi, Saussure okuyorken Gazali. Bir zamandır bu çok çerçevelilik meselesi yüzünden mesafeli olduğum metinlere şimdi başka türlü yaklaştığımı ve bunun da beni rahatlattığını fark ettim. (Kütüphanemde yaptığım düzenlemeye de döneceğim unutturma) Bu okumalar esnasında zihnime Arabi'lerin, Gazali'lerin gelişi senelerce diz çöküp dinlediğim derslerden de olabilir, şimdi koltuğumda otururken dinlediğim ve konuştuğum derste, arkamdaki panoda Hayyam rubaisi asıldığını bilmemden de.

Şimdi bu metinlerin çeşitliliğini, birinin bir türlü anlattığını diğerinin başka türlü anlatıyor olmasını eskisinden farklı yorumluyorum. Bunu diz çökerek değil de sanırım diz çökmeyerek yapmış oldum, burayı biraz düşüneceğim. Artık onlara daha çok birer yolculuk kitabı gibi baktığımı fark ettim geçen hafta sınıf arkadaşım m. ile yaptığım sohbet esnasında. "Füsus'tan nasibim sadece başıymış, devamından hiç birşey anlamadım" demişti, "demek ki bizim daha kırk fırın ekmek yememiz gerek"ti. şimdi bu sahneyi hatırlayınca " durun" diye atlayasım geldi o sahnenin içine. ilerlemeci tarih anlayışına benzemiyor mu bu dediğiniz?

Hepimizin yolculuğunun yegâne oluşu hepimizin ayrı bir yolculuk anlatısı çıkarabileceğimizi, sonra bu çıkardığımız anlatıyı da yeniden, yeniden ve yeniden ve her anlatıda değiştirebileceğimizi hatırlatıyor bana. Dolayısıyla benim yiyecek kırk fırın ekmeğim değil de gidecek apayrı bir yolum var. Yolculuk esnasında gidilmiş güzel yerler, tadılmış enfes lezzetlerle ilgili latif anlatımlara neden kapımı kapayayım? Neden direncim? Bileyim ki bu metin bir metin. Belki yazıldıktan sonra anlamları kaç defa değişti yazan için. Wittgenstein'ın mavi kitaptan sonra ne saçmalamışım ama diyip kahverengi kitabı yazması gibi ya da Celaleddin'in "her defasında bir evvelki hâle aşk deyişime tövbe ediyorum" demesi gibi.

Ups yeni soru : tam diyordum ki neden dondurulmuş birşeyi akıp giden canlı bir şeye rehber edeyim ki? Sonra bu metinlerin bazen bana, sanki konuşur gibi seslendiğini hatırladım. Kınından çıkmış kılıç olduklarını, ama binaların değil de bânilerin.

Bu soru da dursun cebimde.

Dün kütüphanemde kitapların yerlerini değiştirdim, tasavvuf kitaplarını en üst rafa alıp, onların yerine de felsefe kitaplarını koydum, elimin altında olsunlar diye. Böyle bir düzenlemenin sabahında sevgili okur artık eskisi gibi mesafeli ve "direnç"li olmadığımı fark ve ilan edebiliyorum.

Bu bana manidâr geliyor işte, perdeleri bir kere daha seviyorum. "Zulmet bizi çekmekte visale" demesi gibi Haşim'in. Ve işte ilerlemeci tarih algısına sahip olsak başka türlü okurduk birşeyleri ama döngüsel olunca algı, başka türlü okunabiliyor. İlersi gerisi olmuyor.

Ne güzel değil mi?




10 Ekim 2009 Cumartesi

pencere önü çiçeği

Yazıyı okuyup bitirince "çok postmodern olmuş" dedi, ben de "anne ben postmodern oldum" dedim.

Ben bu akşam Sueño oldum ama katlarında dolaşıp evin, bastığım yeri fark ederek. "Baba ben şimdi seçimimi yaptım" dedim, "i did it my way. "

ve içersi bir kere daha sükûn buldu.

26 Eylül 2009 Cumartesi

neşv ü nemâ

binlerce şükür içinde tohum, çok münbit bir topraktan selam verdi havaya. güneş mmm leziz, hava, su, içinden neşet ettiği zemin ve besleyenleri tam olarak ona göre, onun için.

24 Eylül 2009 Perşembe



ben bazenleri yapıyorum bundan.

21 Eylül 2009 Pazartesi

"hafıza ağları algılama, tutum ve davranışların temelidir. "
zamanın külleri filmi çağrışımlı.
şehrin aynaları çağrışımlı.
dedi ki hatıralar zamanla anlamlarını değiştirirler.
diğeri de dedi ki toplum ve değerler sistemi değiştikçe tarihi dönüp yeniden yazma ihtiyacı duyuyor insanlar.
öteki de dedi ki emdrla çalıştığımdan beri hatıralara duyduğum güven azaldı.
ne ilginç di mi?

16 Eylül 2009 Çarşamba

Bursa'da Zaman

Günler günleri kovalamasın, sakince çıksın günün biri kapıdan, kendi rızasıyla. Gelsin yeni gün neşesiyle ve çıkarken alasmarladık desin.

4 Eylül 2009 Cuma

sosyal inşa ve söylem

okurcuğum, bu kavramlarla biraz sık karşılaşabilirsin bundan sonra. hazırlıklı ol!

:)

2 Eylül 2009 Çarşamba

şevkiye

şevkiyeyi bahçede gördüğümde dalgın gözlerle önüne bakıyordu. gittim, yanına oturdum, seslendim, hiç oralı olmadı, başını okşamak için elimi uzattığımda hemen sırtını kabarttı, elimi çektim ve oturduğum yerden kalkıp apartman kapısına yöneldim, içeriye girdikten sonra geriye dönüp bir müddet ardından baktım. sanırım bir av görmüştü havada uçuşan bir şeyin peşinde gibiydi sanırım. o sırada içim burkuldu işte ve çok garip geldi bana bu his. şevkiye ait olduğu yerde artık dedim, sokaklarda ve yabanileşiyor sağlıklı bir şekilde, uyum sağlıyor işte. artık onu seveyim diye kucağıma atlamıyor beni gördüğü yerde. artık ayrı dünyaların insanları ve hayvanlarıyız :P
işte bu yabancılaşma ve onun artık başka bir hayatı olduğunu görme, kedimiz adına beni sevindirse de ilişkimiz adına üzdü biraz.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

ramazan geldi, hoş geldi

gündemimi meşgul eden alakasız bir sürü konunun telaşından fark edememiş olsam da gelmiş ramazan hem de güzel gelmiş, hoş gelmiş.

27 Ağustos 2009 Perşembe

sözel olmayan

terapilerde müzik kullanımıyla ilgili bir bahis esnasında talat parman'dı sanırım sümeyra çakır'dan da dinlemiş olabilirim o da kohut'tan duymuşmuş galiba, neyse demiş ki " müzik, egonun tehdit almadığı bir alan oluşturur, müzik sözler gibi tehdit edici değildir." terapide sadece sözel olmamak için elimden geleni yapıyorum.

madonna'nın bedtime story şarkısını seviyorum, ne de olsa sözlerini björk yazmış. sözlerin işe yaramazlığından bahsediyor "let's get unconscious honey" diyor.

pek çok çerçeveli düşünme eğilimi içerdeki huzuru kaçırabiliyor zaman zaman. 2004 senesinde beni bir kütüphaneden kaçırışı gibi . bunca kitap bunca fikir bunca pencere bööğ diyerek dışarı çıkmıştım, gerçek bir mide bulantısıyla. eskiden gayet sözel bir alanda huzur bulabiliyordum, ortasından inkişaf perdesi geçiyordu, tek başına sözel değildi elbette ki ama yine de ziyadesiyle sözeldi. şimdileri ise o duyguyu çoğunlukla sadece sözel olmayanda yaşayabiliyorum. sözel olmayanda kendimi de çerçeveleri de bırakabiliyorum. pratikte desen zehir gibi teori dersen sallanmakta bu defa, bir defa da farklı birşey olsun hem.

samimiyet meselesi yine

sayın dinleyenler, ben saydım çok yokmuş.
yani bazenleri içerinin dilini içerden biri gibi konuşuyorum ama kendimi bilhassa dışarda tutarak ya, ekseriyetle o zamanlarda bir çerçeveye atıfta bulunuyorummuş. bulunmuyorsam size bir ipucusu vereyim, beni bilirsiniz bazenleri bir şey anlatırken heyecanlı olurum, görürsünüz duygumu yüzümden bazenleri de donuk olurum çok, işte o donuk konuşmalarımda ben çerçeveye atıfta bulunmuyorsam bile bir çerçeve fikri vardır muhtemelen zihnimde, işte o zaman bana sorabilirsiniz "başka çerçeveler var di mi " diye, "başka bir kadın var di mi " diye sorar gibi sorabilirsiniz bunu.

samimiyet

dün dedim ki, zihinsel malzeme bir çerçeve içinde gelişiyor ve zihnim bir konu hakkında düşüneceği zaman bildiği bütün çerçeveleri yoklamaya meyilli bir şekilde işliyor.

sonra içime dönünce günün sonunda bir tehlikeyi fark ettim. farklı farklı çerçeveler var, farklı kültülrel kodlar. yeni çerçeveler, yeni diller öğrenmeye meraklıyım biraz, zihnimin de çerçevelerden bazılarını başka bazılarına yeğ tutmama gibi bir temayülü var. bu yeğ tutmayış sayesinde yeni bir dili hızlı bir şekilde öğrenip ona intibak edebiliyor ve o dili iyi bir şekilde kullanabiliyorum. tehlikesi ise şu; bazen biriyle bir çerçeve içinde sohbet ediyorken onunla ortak dili kullanıyor oluyorum çünkü anlaşmayı sağlayan şey ortak dil. ama o esnada başka başka dillerde bu durumun başka türlü anlamlara gelebileceğini biliyorum, eğer o kişi aklıma gelen bu başka dillere aşina ise atıfta bulunuyorum bazen, bazense hiç bulunmuyorum aşina da olmasına rağmen, bazen uzun mesele geliyor, bazen de o çerçevenin dışına çıkasım gelmiyor, bazen sadece o anlar için o çerçeve, içinde çok rahat hissettiğim bir çerçeveye dönüşüyor ve o an için oranın aidiyetini hissediyorum. bazenleri de dışarda kalıyorum ama içersinin dilini kullanmaya devam ediyorum o konuşma içinde, akışa kaptırıyorum kendimi bazen ve sonra dönüp biraz rahatsızlık duyuyorum eksikli bir anlatımla karşımda yanlış bir tasavvura yol açmış olabileceğim için. dönüp samimiyet meselesini sorgulamam gerekiyor şimdi.

sözel olmayanın huzuru meselesi var bir de.

25 Ağustos 2009 Salı

aklın sistemden çıkması ve



bu vidyoyu 2007 mayıs ayında çekmiştim, metindeki bazı şeyleri şimdi değiştirebilirim ama bu haliyle de iyi bence :) aklın sistemden çıkmasıyla ilgili kısmı ise az evvel okuduğum kitaptaki olasılık koşulları bahsinden sonra daha manidar geldi.

Bir olayın olasılık koşulları semantik kaynaklarla onu düşünülebilir ve anlaşılabilir kılan güç çizgilerinin karşılıklı bir oyunudur. Düşünülebilirlikten kasıt, dilin formlarının bu olaya halihazırda bir biçim kazandırdığı ve onu halihazırda anlamlara büründürdüğüdür dolayısıyla da olayın anlamının ne olduğuna, deliliğe sürüklenmeden ya da tecride uğramadan duyularımızla sahip çıkabiliriz. Delilik Foucault'un tartıştığı(1971) üzere, kesinlikle dilden kovulmuş, delilik üzerinde akılla birlikte bir söylem gibi iş gören, onu çerçeveleyen, açıklayan, hakkında makul olarak neyin konuşulabileceğini hassaslaştıran düşünce aşırılığının bir örneğidir.( Parker ve ark.1995)

Birey olarak bilim adamının ancak kendi bilim cemaatinde genel söylem kodlarını edindiğinde "rasyonel" olduğunu görürüz. Sonuç olarak, bilimsel rasyonalite dilin, yerel olarak, ayrıcalıklı bir şekilde kullanılmasıyla kazanılır (Nelson, Megill ve McCloskey,1987; Simons 1990)

14 Ağustos 2009 Cuma

elini taşın altına koymak ya da

kocaman bir taş vardı bizim sokağın sonunda, parıltılı bir taştı, mahallenin çocuklarını bu taşın tılsımlı olduğuna inandırmış, kendim de buna inanmıştım. günahtan korkmasak yapacağımız şeyleri konuşurken verdiğim cevap sahte din kurmaktı çocukken şimdi bir de bunu hatırladım.

elimi altına koyamadığım taşları düşünürken geldi bunlar aklıma, çünkü taşların çoğu çok manasız görünüyordu gözüme. ezilecekse elim taş da manidar olmalı değil mi? nasıl apolitik oldum sorusuna böyle cevap verebilirdim apolitik olmak diye bir şey mümkün olabilseydi eğer. ama yaşıyoruz bu dünyada anlam veremediğimiz nice taşlar, kayalar arasında.

işte tüm bu "gerçek" kayalar saçma geldiğinde gerçek olmayan bir şeylere kaçasım geliyor.
masala, kurguya, rüyaya.

annem odaya gelip bahçedeki yaralı kediye merhem götüreceğini söyleyene kadarki düşüncelerimdi bunlar.

cemiyet ana

bağrına da basabiliyor, evlatlıktan red de edebiliyor mu?

ân

pazartesi sabah erkenden uyanıp çıktığım balkonda bulutları izlerken anlatmak dedim yine, kelimenin dibine bir film ismi de ekledim, yıllar sonra karşılaşan iki çocukluk arkadaşının hikayesini anlatmayan şu filmden bahsediyorum.
merak ediyorum acaba siz de anlatıyor musunuz? ve anlatmak sizin hikayelerinizi, hayatlarınızı nasıl etkiliyor? ben o kadar çok anlatıyorum ki, o kadar çok. anlatmak meselesi benim için çok büyük bir mesele halini alıyor. bir hikayeyi pek çok farklı şekilde anlatabiliyorum, her defasında da her anlattığıma inanıyorum. bana saf anlamına gelen "pur" diyorlar, doğru valla, inanırım buna da.
ne olmuş inanıyorsam her anlattığıma?
pek çok penceresi var bu evin, içersini de seviyorum dışarsını da.

bir sürü haller içinde halim

türlü çeşit hallerden geçiyorum sonra dönüp bakıyorum tanıdık geliyor bu haller başka bir yerlerden ve diyorum ki " demek ki bu haldeyken falancı şöyle şöyle hissetmiş" bu geçişlilik bana başkalarının hallerini bildiriyor mütemadiyen.

çapa: kişisel bütünlük, ahenk

6 Ağustos 2009 Perşembe

içersi

ey insanlar,
içinize bakmaktan korktuğunuz her gün kendinizden çok uzaklara gidiyor olabilirsiniz.
geri dönün!

30 Temmuz 2009 Perşembe

sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümanındır

bu haftaki dersimizin konusu buymuş.
çapa: ben içerim bana getir/ al iç.

28 Temmuz 2009 Salı

hüsn-i tal'ilin ustasıyım, gözlerinin hastasıyım

ne işle iştigal ederim?
efendim bendeniz estetisyenim. hâlleri vaziyetleri itina ile estetize ederim.
o kadar maharetliyim ki bu konuda hâl bile tanıyamaz kendini sonunda.

fikri hür vicdanı hür

olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat bir nefes de hürriyet gibi.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

köklülük/köksüzlük

önce köklülüğe hayran kaldığımı yazdım, mekan purblog zaman beş yıl öncesi idi. seyrettiğim filmlerde büyük büyük büyük babalardan bahsediliyordu, yüzyıllar öncesi yapılan göçler anlatılıyor, nerelisin sorusuna böyle cevap veriliyordu. taberani dünya tarihini anlatacağı zaman adem'le havva'dan başlıyordu.

sonra biriyle tanıştım büyük büyük büyük çok büyük babasının yaptıklarını anlattı bana. bu dedeler bir isyanı bastırmış ve kendisi bugün hala bastırılan grubun benzeri gruplara öfkeliymiş. iyi de biri keşke bu kadar öfkeli olmasa demiştim. dedelerinin mirasını taşıyordu, babasının kendisine çizdiği yoldan yürüyordu, ufku da geniş biri ama keşke bu kadar izleyici olmasa demiştim.

benzer dönemlerde bir oyun oynamıştık sosyometri cetveli gibi, sorular soruyordu gruptan birileri, grup da bir çizgi içinde yer değiştiriyordu, bir taraf evet diğer taraf hayır, ortası havet oluyordu. biri ebeveynine benzemekten korkanlar bu tarafa korkmayanlar diğer tarafa dedi,
bir de ne göreyim korkmayanlar tarafında tektim. bu ilginçti ama çok da düşünmedim o sırada niye böyle ki diye.

sonra babalar meselesi geldi gündeme, gestaltta bu göründü yani ve bununla beraber de köklülük meselesi cetvelinde hoop diğer uca gitti düşüncelerim. köklülüğün akibeti hareket serbestisinin kısıtlanmasıydı ve bu benim hiç sevdiğim bir şey değildi. babalar, oğullar ve azade ruhlar dedim ve ne mutlu azade ruhlara diye ekledim.

e. haklı bir o yana bir bu yana savruluyorum ama bu da bir şey için. bence iyi bir şey için. bir şey oluyor bu savruluşlar esnasında.
şimdi durduğum yerden köklülük ve köksüzlüğün anlamları başka.

Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.

Yahya Kemal Beyatlı

26 Temmuz 2009 Pazar

kaçantat

how i met your mother dizisinin bir bölümünde (hangi bölüm olduğunu hatırlayan bir adım öne çıksın) karakterler sırayla içlerinden biriyle ilgili fark ettikleri bir özelliği diğerleriyle paylaşıyordu, aklımda kalan lily'nin gürültülü yemek yemesi, ted bir kere bunu dedikten sonra marshall için artık kulak tırmalayıcı olmaya başlamıştı bile lily'nin daha evvel hiç fark etmediği yemek sesleri.

biriyle beraber film izlerken filmle ilgili yorumu sona bırakırım bilhassa yorum olumsuz olacaksa, çünkü belki diğer seyirci keyif alıyor izlediğinden, yorumumla beraber hiç fark etmediği bir şeyi fark edebilir ve duygusu bozulabilir.

duygu denen şey yeni bir farkındalıkla şekillenebilen bir şey. bozulabilir, güçlenebilir.
bazen başkasının duygusunu bozmak iyi birşey olmayabilir. tat bir kere kaçınca yerine gelmesi inanın kolay olmuyor.

barnga

sevgili lifeograph,
bugün kültürlerle ilgili oyunlar oynadık ve bir çok şeyler fark ettik.
yolda düşünüyorken fark ettiklerimi b. ile konuşasım geldi.
belli türde konuşmalarımı yapabildiğim az kişiden biriydi b. belki de tekti çünkü onunla farklı bir ortak zemin üzerinden konuştuğumuzu hatırlıyorum.
sevgili lifeograph baban seni windows a taşırmış belki, o zaman ben de senle konuşurum, sana yazılar yazarım derim ki sevgili lifeograph, bugün kültürle ilgili oyunlar oynadık ve bir çok şeyler fark ettik. fark ettiklerimi ise anlatmam sana lifeograph, o kadar da değil.

meraklısı için not: barnga oyunumuzun adı ama google'lamayın sonra kurallarını öğrenirsiniz oyunun ve belki bir gün oynama şansını yakalarsanız tadı kaçmış olabilir.

bir sonraki yazımız kaçan tatlar için gelsin.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

dağları görmek istiyorum gandalf, dağları yine!

içim shire gibi yemyeşil ve huzurlu
ben bir hobbit gibi rahatına düşkün ve halinden mutlu
olmama rağmen
yollara düştüm, dağları aştım, ejderhalarla savaştım
hep o huysuz ihtiyar gandalf yüzünden.
peyki tamam, ben de dünden meyyaldim maceraya
işin aslı şu ki içerde iki farklı duygu barınmakta
hem bastığı yeri seven hem de hep uzakları özleyen
bilbo baggins bir hobbitim ben.

how i met your father

nida ile bu yaz macera dolu bir yolculuk yaptık ve zorlandığımız her anda, kaçırdığımız trenlerle bratislava'da sabahlayacağımız fikriyle, viyana'daki ilk gün emniyet müdürlüğünde, çektiğimiz onca fotoğraf bir anda silindiğinde, neden geldim viyana'ya türkülerinden hemen sonra yüzümüz gülsün diye tekrar ettiğimiz şey " sene 2009, nida/aslı teyzenle ben..." repliği idi, bu repliğin bana çağrıştırdığı ise elbette ki ted mosby idi. "the summer of 2009 was one of the strangest summers of my life."

“kids, this is the story of how i met your father.. bunch of engineers and doctors wanted me but i got married your father :P "

dün bezmimizin bir ezeli neşesi vardı

yazları güneşli, neşeli ve tatilli olur, ikindi güneşiyle eve girmek mümkün olur.
aynı kitaplardaki gibi olur, kadıköy'ünün romanı ve huzurdaki gibi.
yaz akşamları olur, yaz öğleden sonraları olur.
yıldızda hiç bitmeyen kahvaltılar, beylerbeyinde hiç bitmeyen ikindi çayları, kuzguncukta çekirdek çitlerken izlenilen yazlık sinemalar, piyer lotide kahveler, üsküdarında kahkahalar, modada şarkılar olur.
ben yazları severim.
sen de yaz yaz yaz, bir kenara yaz.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

çekmesene kardeşim

bazen ben uçarım
sonra bazenleri de bir el beni aşağı çeker.

14 Temmuz 2009 Salı

özne ve iktidar'dan

"Yaşamanın ve çalışmanın temel önemini oluşturan şey, başlangıçtakinden farklı biri haline gelmektir. Bir kitap yazmaya başladığınızda sonunda ne söyleyeceğinizi bilseniz, onu yazmaya cesaret edeceğinize inanıyor musunuz? Yazı ve aşk ilişkisi için geçerli olan yaşam için de geçerlidir.
Oyun, ancak nasıl biteceği bilinmiyorsa zahmete değer."

"Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir."


"Geleneksel tarihe göre bir şeyin kökeni onun en mükemmel anıdır. Ve son olarak bir şeyin hakikatinin onun kökeninde yattığına inanır. Buna karşılık Foucault tarih yöntemi olarak soybilimi önerir. Bir karşı-hafıza (contre memoire) olarak soybilim sabit özleri reddeder ve farklı kimlikler olabileceğini varsayar; verili bir kimliğin kökenini bulmak yerine bu kimliği çözmeyi, ayrıştırmayı hedefler. Soybilim tarihini yazdığı şeyin değişmez bir doğruluğu olduğunu reddeder. Her şeyden önemlisi, soybilim tarihini yazdığı şeyin ortaya çıkışından sonra anlamı muhafaza eden bir süreklilik izlemediğini; tersine, bu süreçte dışardan bir çok müdahele, sapma, hata ve ilineğin (accident) etken olduğunu; sürecin farklı güçler arasında mücadeleler içerdiğini, varılan noktanın bu etkenler ve mücadelelerin sonucu olduğunu gösterir. Yani köken tek ve mükemmel, varılmış olan nokta da zorunlu değildir."

neden foucault'yu okumakta bu kadar gecikmişim ki?

6 Temmuz 2009 Pazartesi

pişt

başım dönüyor dünden beri, şimdi şarkıya başımı sallayarak eşlik etmek isteyince döndü yine.
kendimi ayak bileğini incitmiş bir balerin gibi hissettim, ne fena bir şeymiş Allah'ım, lütfen hayatım boyunca dans edebileyim, pistler benden ben pistlerden mahrum kalmayayım.

22 Haziran 2009 Pazartesi

içler dışlar meselesi yine

1)ben oluşun gereği sınır çizmektir,
2)ben ile ben olmayan arasındaki sınır bana beni ve ben olmayanı bildirendir, bilmek de sınırlarla mümkün.

cennetten ayrılış, O'ndan ayrı oluş da bence hep bilmek için, derya dışında deryayı bilmek için.


yani sınırları kabul ediyor ve seviyorum. sınırların varlığıyla barışığım.

barışık olmadığım içerdekinin dışardakine üstünlüğü ile ilgili algı.

kohut, benliğin gelişimi için sağlıklı bir narsisizmin gerekli olduğunu söylüyor.
yani kendini sevmek gerekiyor, eyvallah. insan aklının izlediği yollardan biri de mukayese. mukayese ederek tanıyor bazenleri. kendini de sevmek isteyince insanoğlu bak diyor onlar şöyle böyle ama ben şöyle şöyleyim.

sınır koydun aferim, kendini sevdin bravo, kendini ve başkasını ayrı ayrı bilebildin helal.

fekat içersini dışarsından kıymetli yapan ne?

tüm bu yazı aslında içler dışlar meselesinden evvel, elitizmle ilgili düşüncelerden neşet etti. elitizmin paylaşılan bir narsisizm olduğunu düşünüyorum naçizane. biz olanın kendini sevmek için ve daha çok biz olabilmek, o bizi koruyabilmek (?)için biz olmayandan üstün olduğuna inanması eğilimine ben elitizm diyorum. başkalarının tanımlarını okuyup buraya özetlemeye üşendim şimdi.

bunlar da karşılaştığım bazı elitizm türleri: entelektüel elitizm (çok popüler bişiy), tüketim elitizmi, beslenme elitizmi ( komik ama var böylesi), değerler elitizmi, zahidane elitizm, rindane elitizm, antielitist elitizm :)

10 Haziran 2009 Çarşamba

bir cümle

yazı yazasım var, aklımda belli bir şey yok. çantamdan bir kağıt çıktı. küçük bir kağıt.
kağıdın küçüklüğü yazacaklarımı kısıtlayacak. bu kısıtlılık içinde cümlelerin özenle seçilmesi gerekecek. geyik yapma, lafı dolandırma lüksüm yok. aklıma selim hocanın verdiği senaryo ödevi geliyor; elinizde mikrofon var, bir meydanda insanlara sesleniyorsunuz bir cümlelik hakkınız var o cümle ne olur diye sorduğu. cümlemiz ne olacak? cümle değil ama bir kelime geldi aklıma: itina.
sınırlılık içinde kendini daha çok bildiriyor.
bir cenaze namazı sonrası akla işte bu sınırlılık geliyor.

8 Haziran 2009 Pazartesi

bir tereddütün romanı

bir mütereddit bir mütereddite "bre mütereddit gel beraber bir berber dükkanı açalım" demiş, bunu duyan mütereddit "olmaz ben tereddüt ederim" diyince diğer mütereddit "zaten ben de kararsızdım " demiş.
ufka dalgın gözlerle bakmışlar.

7 Haziran 2009 Pazar

geçersiz işlem yürüttü

iki durumda çok saçmaladığımı gözlemledim.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

kısa günün kârı


bugün dede efendi evinde rahmi bey'le tanıştım.
bir nev civansın şuh-i cihansın şarkısının hikayesini dinledim.


dede efendi evi ve cankurtaran'a tren yolculuğu da pek hoştu.

pek latif mevzulara girildi.
müzik dendi, anne karnında annenin kalp atış ritmiyle başlar.
sonrasında dünyaya yeni gelen bir bebek için hiç bilmediği bir sesler dünyası vardır. tehdit yaratan ani ve yüksek sesler ve bebeği yatıştıran anne sesi.
anne sesinin dünyayı anlamlandırmada önemli bir araç olduğundan bahsedildi. işte böyle buyurmuş klein. kohut da demiş ki müzik, egonun tehdit almadığı bir alan oluşturur demiş, müzik sözler gibi tehdit edici değildir demiş.
aklıma "words are useless especially sentences" diyen şarkı geldi.
müziğin regrese ettirici etkisinden de bahsedildi, kaybolma, kendini bırakma hali gibi dendi.
ve benim aklıma da şu çok sevdiğim primitif tanımı geldi.

sonra bir başka konuşmacıya geçti sıra o da dedi ki " bazı sesleri duymaya kulaklarımız yetmeyince yüreğimizi açarız" işte böyle bir panelin inceliğinden sonra hiç olacak şey miydi taksime gidip meydanlarda bağırmak "psikologlar özel eğitimden çıkarılmasın" diye. oldu işte napalım. garip de bir geçiş oldu gerçekten.

3 Mayıs 2009 Pazar

evdeki bulgur

dikkat bu yazı ilişkilerle ilgilidir!

işim gereği pek çok ilişkiye şahit oluyorum ya (hayır psikoloğum) şöyle bir fikir yürüttüm, okuyun bakiyim olmuş mu?

ilişki denen şey hoştur, güzeldir ve bu güzel, hoş şey beraberinde bazı sorumluluklar getirir. sorumluluk denen şeyler ise o kadar da iyi bilinmez şu alemde, bazen sırta yük, ayağa bağ bile olur. bu da ilişkiden ilişkiye değişir. ama ekseriyetle ilişiklilik miktarıyla doğru orantılıdır. hayat alanı ne kadar yakınlaşıyor, ortaklaşıyorsa sorumluluk denen şeyin de o kadar artması beklenir.
bu değişime eşlik eden yakınmalar şöyledir: "nişanlıyken, flört ediyorken ne kadar romantiktin necati, şimdi nerde çiçekler, nerde sürprizler?" bu yakınmalara verilen cevaplar ise "sen de o zamanlar bu kadar çok konuşmuyordun ayten" şeklinde olabilir.
bu tür diyaloglar yabancı değildir. bu sürece eşlik eden yakınma ise gözlerde kayma şeklinde görülebilir.

işte konumuz bu kaymalarla ilgili. şimdi evdeki adam/kadın bulgur ya, çarşıdan alındığında pirinçti de eve gelince bulgura dönüşüverdi ya, dimyat'ta ise nefis bir pirinç varmış ya, esasen o pirinçlik büyük ölçüde sorumluluklarla ilgili bir yanılgı gibi geliyor bana. çünkü komşunun tavuğuyla alakalı hiç bir sorumluluk yok hala, aman ne güzel bir kaz bu böyle.. hadi öyleyse size bir ikaz bu böyle :P gidin evinizdeki bulgurun kıymetini bilin.

29 Nisan 2009 Çarşamba

anlatmak

hikaye şöyle
bir öğrenci değişim programı vardır, erasmus gibi ama gezegenler arası, bir misafir gelmiştir dünyamıza, küçük prens gibi. dünyamızın müdürü odasına çağırır hanım kızımızı ve tanıştırır "misafirimizdir kızım iyi ilgilenesin, büyüğü küçüğü de olmaz hem, prens prenstir, unutmayasın"
odadan çıkarlar beraber, prensin eline kalın bir kitap tutuşturur esas kız, kapağında "introduction to world" yazar, gibi. talihsiz prens dünyayı bu ufku dar alnı geniş kızdan tanıyacaktır ve elinde tuttuğu kitabın sayfalarını çevirirken alnı geniş kız birşey demeden uzaklaşır. kitapta anlatılan dünya kızın dünyasından ibarettir. köyün en son çitiyle dünyanın bittiğine inanmasın mı kızımız ünzile gibi, niagara şelalesinden bahsedilince "su gördüm ya, o da bir suya hepsi de bu ya" diyen selma gibi. merak içinde açıyor prens kitabı, içinde maddeler var, bu bir ansiklopedi, hikmetler sözlüğü gibi. okuyor iştahla su içer gibi.

prensimiz dünyadaki günlerini bu alnı geniş, ufku dar hanım kızımızdan hikayeler dinleyerek geçiriyor, dünya nasıl bir yerdir, dünyalılar nasıl şeylerdir, herşeyi, tüm bildiğini bir bir anlatıyor kızımız prense, karanlıktaki fil tarifçileri gibi. bazen de biraz uyduruyor tabii, sağlaması da yok ki,
kafiye olsun tarihçileri gibi.

böyle ziyaretçiler her gün gelmiyor dünyamıza ve anlatmak ihtiyacı duyan canlılarız biz niye acaba. anlatarak anlıyoruz bazen ve de şahit tutma ihtiyacı duyuyoruz çoğu zaman, geçilsin kayda, kaybolmasın boşlukta, saklansın bir sandıkta ya da yayılsın kulaktan kulağa. kurumasın ki huyumuz, böyleyiz, hiç olmazsa bir kuyu bulur söyleriz.

benim payıma düşense, bir süredir bolca şehadet. dinliyorum, işliyorum, ilişkilendiriyorum, örüyor, örgülüyorum ve bunların hepsi zihinsel, soyut bir iş oluyor. yazmak bu zihinsel yapıya harç olacak. yazmazsam ev üç küçük domuzlardan birinin ya da ikisinin evi gibi dağılacak.

gelmiyor dünyamıza böyle ziyaretçiler pek, gelmeyen misafirlerimiz yüzünden anlatılmayan bir sürü hikayem var, binbir surat hikayeler, her gün de değişen. gelirse bir gün bir prens dünyamıza, çağırırsa müdür beni odasına, anlatmaya başlarsam hikayelerimi her gün de yeni yeni, prens de derse ki "ama dün bu hikaye böyle değildi", derim ki "bizim gezegende hikayeler her an değişir, beş dakkada değişir bütün işler", bakarsa yüzüme şüpheli şüpheli sen küçüksün anlamazsın der, nanik yaparım. belki de benim nanik yapacağımı bildiği için müdür misafirler gelince beni çağırmıyor.

belki de sevgili okur, bir küçük prens gelse susar kalırdım. bir keresinde sena ile beni bir hocamız dersten çıkarmıştı, çıkın dışarda konuşun, bitince gelin diye. dışarda birbirimizin yüzüne anlamsız anlamsız bakıp susmuştuk, ne konuşacaktık ki kapı önünde. sonra içeri girince yine bir sürü tilkiler gelmişti. şarap bulununca testi bulunmaz, testi bulununca şarap bulunmaz sözü gibi. aklıma şarap, tilki, küçük prensli güzel bir hikaye geldi ama gözüme de uyku geldi.

uykudan evvel tavsiyesi "eğer bir yerde bir ağacın yıkıldığını duyarsan nasıl olduğunu değil, kimin anlattığını sor" demiş ya hint atasözü, sen kime anlattığını da sor en iyisi, ne zaman anlattığını da.

başka ne sorsan ki?

the sound of silence

28 Nisan 2009 Salı

çok uzun susmak istiyorum ve hiç susmayacak gibi çok konuşmak istiyorum
tüm manalar bir kanın damardan akışı gibi aksın mesela ve bu manalar çok latif, çok başka olsun.
ve benim latif mana diyince dolan gözlerim bugünlük şükrüme kafi olsun.
ama ayıptır, herkesin ortasında göz dolmaz. o yüzden bu yazı susulsun.
çok uzun susmalara karışsın ve hiç susmayacakmışsın gibi susulsun masın.
öyle çok anlatasım var ki, öyle çok.
hani göz yaşının hiç engele takılmadan akışı vardır ya, az evel akan latif manayı düşünürken o ılıklığı hissettim, hayal ettim. öyle gözyaşı gibi anlatasım var, temiz ve engelsiz ve ılık.
aklıma duası geldi celaleddin'in. aklıma duası geldi pervane'nin, duası semender'in.
çok.

27 Nisan 2009 Pazartesi

gidişatın garipliğini sen de sezdin mi aslı? sezdin evet. garipliği sezen okurlar cetvelimizin bu yanına, seven okurlar da diğer yanına geçsin, hem sezip hem sevenler dışarı çıksın.

15 Nisan 2009 Çarşamba

akrep ve semender

babalar, oğullar ve azade ruhlar

manik öforik bahar sevinçli haftadan sonra grip halsiz yağmur sabahlı bir haftadan merhaba, bugün sizlere babalardan bahsedeceğim. bir zamandır zihnim babalarla olan ilişkilerle meşgul, daha doğrusu ilk onay makamımızla. anne de olabilir bu, dede de. ama genelde anneden sevgiyi alıyorken babadan onayı alıyoruz ya da arıyoruz. en temel ilişkiyi anneyle, babayla kuruyoruz ya sonra bilgiyi başka ilişkilere genelliyoruz, yansıtıyoruz ve çoğunlukla bu çok derine işlemiş bir ilişki bilgisi olduğu için de fark etmiyor oluyoruz.

bununla da yetinmiyoruz, bu elimde görmüş olduğunuz bilgiyi alıp din ve tanrı tasavvurumuzu da bununla şekillendiriyoruz çoğu zaman.
tıpa tıp aynısıdır demiyorum ama ondan nasibini almıştır diyorum, filmin arabı bile olabilir.

baba diyip geçmemek lazım yani, otoritenin ta kendisidir. devlet babadır, kestiği parmak kanamaz ve de göklerdeki yüce babamızdır .

selam olsun azade ruhlara...

10 Nisan 2009 Cuma

güven

pippa bacca'nın öldürülmesinin üstünden bir yıl geçmiş ve yolculuğuna kaldığı yerden siyah gelinlik giyerek devam eden bir belgesel sinemacı varmış. ben bu haberi biraz evvel yaptığım zor bir görüşmenin üstüne okudum. zor görüşmenin teması vicdani bir sınav, ağır bir sorumluluk, müdahele edilmesi gereken bir kötülük ve müdahele edildiğinde olabilecek başka sıkıntılar vs. idi.. işte böyle bir seanstan çıkıp da pibba bacca ile ilgili haberin ilk paragrafını okuyunca gözlerim doldu.

"Üzerinde beyaz bir gelinlikle Milano’dan yola çıktı. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeleri otostopla geçip Tel Aviv’e varmayı hedeflerken ‘insanların güvenilir olduğunu kanıtlamaya’ çalışıyordu. 31 Mart 2008’de Gebze’de tecavüz edildikten sonra boğularak öldürüldü. "

demek ki neymiş pippa, insanlar güvenilir filan değilmiş...

siyah gelinlikli bingöl elmas ise kökünden sarsılan güvenilirlik tezini şöyle yeniden çerçevelemiş:
"Hiç kimse mutlak iyi ve mutlak kötü değildir. Kötü yanları vardır, iyi yanına denk gelmek ya da onu harekete geçirmek temel mesele."
hakkaten mesele yani...

ben artık o kadar da iyimser değilim. iyimserliğimi ve belki de biraz "masumiyetimi" kaybettiğim için üzgün de değilim üstelik.

alatlı, kötünün gözünün içine bakabilme cesaretini tanımlamıştı kâbus kitabında.
kapağında bir göz resmi vardı, sauron'un gözüne benziyordu.
benim için ne uzak bir cesaretti bu...
alatlı, viva la muerte'de günay rodoplu'nun şafak'a duyduğu güveni genelleyişini anlatıyordu, bu güvenden geçerse insanlığa duyduğu güvenden de geçecekti. o yüzden geçmiyordu o güvenden inatla. fazlaca inatla. bence geçmesi gerekti, kitap boyunca hep şafak'a güvendiği her anda o sayfalar boyunca gıcık oldum bu duruma.

şafak'a güvenmiyorum.
insanlığa güveniyorum.
insanların hepsine değil.

not: pippa bacca vesilesiyle kadın olmak meselesine, türkiye'de kadın olmak meselesine, güç, şiddet ve toplumsal patoloji konularına da gidebilirdim. zihnim gidip gidip geliyor şimdi ama birazdan görüşmeye gireceğim.
iyi seansta olsunlar.

9 Nisan 2009 Perşembe

pembe sarı ve kırmızı laleler

şehre bahar gelmiş ve sabahları işe gitmemek mutluluk verici bugünlerde.

31 Mart 2009 Salı

30 Mart 2009 Pazartesi

fikri ameliye

zihnim bir süredir bir çizgi üzerinde yol izlemek suretiyle çalışmıyor, hep birşeyler düşünüyorken yolu çatallandıracak başka şeyler de düşünüyorum, bazen o kadar ayrılıyor ki yol ana çizgiden, başka bir yol oluyor ve yine bir yere varmıyor. hep yollar var.biriyle konuşacağım zaman çok fazla düşündüğüm şeyi savunmak zahmetine girişmiyorum çünkü ekseriyetle bir kaç adım sonra zihnim başka yollara dalıyor, dalacak biliyorum, zihnim başka yollardayken dilimi bir istikamet üzerinde sabitlemek gayrıtabii ve zor geliyor. hem biliyorum ki o savunduğu şeye benim savunduğum şeye inandığımdan daha çok inanıyor muhtemelen. savunduğum birşeyler var mı? savunmak az bildiğim birşey aslında. ben hep keşifteyim ve bir yeti olarak savunma becerisine sahip değilim sanırım. savunma sanatları öğrenmeliyim belki. bunu biraz düşüneyim.. ama şunu söyleyeyim bu kaşif halimi o kadar da çok sevmiyorum hani böyle keşif göze hoş gelen bir kelimedir ya bir yere konamamanın nesi hoş ki diyorum daha çok.. sevmiyorum dedim ya, son zamanlarda düşüncelerime bu kadar itibar edemez hale geldiğim için itibarım büyük ölçüde hislerime. bana iyi hissettiriyor mu? içim rahat mı? barışık mıyım? huzursuz muyum? seviyor muyum? özgür müyüm? samimi miyim? yokladıklarım tek bunlar. herşey uçuşuyorken uçuşmayan bunlar kaldı ilginç değil mi? halbuki eskiden hislerdense fikirler daha itibar edilir gelirdi.

edit: birazı tembellik birazı da tembellik imiş bu az düşünme eğiliminin.
geri kalanının neyle ilgili olduğunu düşünüyorum şimdilerde.
14/04/09

26 Mart 2009 Perşembe

yalıtım.

21 Mart 2009 Cumartesi

bugünlerde

su biraz canlandı, akışı seviyorum.

yollara düşmeyi sonra eve dönmeyi.

geçenlerde f. ile konuşuyorken i have seen it all diyordum ya hem herşeyi görmüş gibi hem de daha görecek pek çok şeylerim varmış gibi geliyor.

durduğum yeri seviyorum.

17 Mart 2009 Salı

sözelleştirmenin gücü adına

11 Mart 2009 Çarşamba

tekerrür

nasıl oluyor da oluyor
hep bir şeyler tekrar ediyor
sanki soruyor bize
okuduğumuzu anladık mı?

anahtar kelimeler: sekülerizm, arkadaşlık, sükûnet-siz, iz

9 Mart 2009 Pazartesi

hıym

ilk önce seveceksin/sevdikçe bileceksin/ne istediğini bilirsen şayet/bir iştah, bir iştah bir afiyet

3 Mart 2009 Salı

II. lape aydınlanması







etrafta oedipus çatışmaları görür oldum hep. o edip, bu edip, şu edip.
ne çok edip varmış be!

27 Şubat 2009 Cuma

deliye her gün bayram

21 şubat çomartesi
üsküdar benötesi, "insan kendinde birşeyi iyileştirmeye karar verince hayat ona yardım eder" ve caymama çekici. 9-insp. anne şule bir itiraf ve projeler. hüdaverdi özlem ve şehirlerarası yolculuk, bir kış gecesi eğer bir yolcu. istasyonlar. tülin ve safiye ve yaprak sarmalar ve de tuğba. kara kedi ak kedi ve uyku.

22 şubat pazar
kahvaltıda grup terapi, dilek ablada altın günü "deli diilsiniz, cahil diilsiniz niye böyle şeyler yapıyorsunuz anlamıyorum ki"

23 şubat pazartesi
senede bir gün zeynep, viyana'dan zeynep gelmiş üsküdarda bir bayram havası, rümeysa ve selin de.

24 şubat salı
almanya'dan nida gelmiş maltepe'de bir bayram namazı, saadet ve özlem de. gazozlu fotoroman.

25 şubat çarşamba
evime de gideyim bazen, eve iş götüreyim hazır gitmişken. sonra da film izleyeyim ne güzeldi slumdog millionaire.

26 şubat perşembe
yasemin iyi ki doğmuş, gördün mü bak kitap cini olmuş. ayinli, gayinli bir gece.

27 şubat cuma
ayin sonrası şükürler olsun sağım salimim bu sabah.

bütün dünya buna inansa bir inansa.

not: elbette ki her zaman böyle çok gezmiyorum, bu haftalık böyle oldu. evimden işime, işimden evime bir insanım genelde.

21 Şubat 2009 Cumartesi

geçtiğimiz haftanın nesneleri

heybe, çekiç, baston, gül.
bunları tut.
heybenin varlığını unutma, içine bak sık sık, içersine aşina ol.
çekiç sana kararlılığı hatırlatsın.
baston gülmeyi.
gül de değerliliğini.

ama arkadaşlar süperdir :)

17 Şubat 2009 Salı

pekişti





minibüsten inerken şoföre hayırlı işler dilemek adetimdir




















ama bazen şoför ani frenler yapmış, kötü kullanmış


















ve beni sinirlendirmiş olur





















işte o zaman hayırlı işler dileğimi içimden geçirir ama seslendirmem













ve yine derim ki içimden
yok sana pekiştireç mekiştireç

12 Şubat 2009 Perşembe

yaşantı grubu

dokuzuncu haftadan sonra,
terapiler esnasında, odada birileri daha olsa keşke diye düşünürken buluyorum kendimi, hadi anneni seç, eşini seç, öfkeni seç diyesim geliyor.

bir de bu haftalar boyunca aidiyet meselesi de çözüldü sanki içerlerde, çözülüyor sanki hala.
memnunum gidişattan.

10 Şubat 2009 Salı

elma değil bu yediğimiz galiba










from arafah with love

eve

mi acaba?



8-9-4-7

9 Şubat 2009 Pazartesi

5 Şubat 2009 Perşembe

kaza geçireceği

dün sabah tv'de bir adam gördüm, tekerlekli sandalye gibi bişey vardı adamla beraber. aslında pek görmedim adamı, o sırada annemle konuşuyordum hararetli bir şekilde, adamın olduğu ekranda şöyle de bir altyazı gördüm :
mucize hayatlar
kaza geçireceği içine doğdu
ne yazdığını anlamak için konuşmayı kesip bir daha okudum, çünkü konuşma esnasında gözüme çarpan anlamıyla adamcağız, kaza geçireceği diye bir aracın içine doğmuştu, portakal sıkacağı gibi bişeyin içine doğmak gibi. altyazıyı ikinci okuyuşumda aslında ne dediğini görünce yuh dedim kendime.

doğal olanı korumak konusunda tavrım nasıldır?

oynadığımızı düşünsek, sahneye çıksak, bahçeye insek. biraz oynasak. çok doğal bir oyunculuk çıkarsak. oynamak şimdi bana oyunun birinden çıkıp diğerine girmek gibi geldi. doğallık denen şeyle alakası uçuşuyor havada. alaka bir tüyü oynuyor. hadi şimdi ağırlaşsın ve konsun yere, kurduğum bütün alakaların böyle uçuştuğunu görmek bana garip geliyor. tüy yerden bana bakıyor.

sosyallik kelimesini alıyorum raftan, belki biraz kullanırım burda bir yerlerde. eğitim kelimesini çıkarıyorum çekmeceden. ormanda maymunlar tarafından büyütülen tarzan fikrini kapatıyorum dolaba, hayvanlar alemini de. tam da kapatırken kapıyı itkisellik kelimesi fırlıyor dolaptan, elime alıp biraz inceliyorum.

yerden bana bakan pembe bir kuş tüyü var. tüyleri pembe olan bir kuş görmedim hiç. bu renk doğal olmayabilir, eğilip yerden alıyorum. şimdi elimde pembe bir tüy var, oyuncu bir tüy ve de şekilsiz bir hamur var, itkisel kelimesi gibi şekilsiz. hamuru yoğuruyorum ve tepesine bu pembe tüyü takıyorum. karşımdaki kelime değişti şimdi, evcilleşti sanki, küçük prensin evcili gibi ama o kadar evcil de değil, çünkü tepesinde pembe tüyü olan hiçbir hamur o kadar evcil olamaz. medeni kelimesine de biraz benziyor. hani vardır ya medeni ve bedevi mukayesesi. ne kadar az ilkelse o kadar medenidir, kültürü vardır, şekillenmiştir, aslından başkalaşmıştır, törpülenmiş, süslenmiştir. kafasında pembe tüyü olan bir hamura vereceğim isim medeni olunca, aklıma "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" dizesi geliyor. sonra birden bu canavar karpuzlaşıyor zihnimde, aman tanrım bir canavar yaratmışım yerine, aman tanrım bir karpuz yaratmışım diyorum, tüm bunlar medeni karpuz tiplemesinden geliyor, bir diziden çıkıp. medeni karpuz gibi absürd bir hamur bu hamur, oyuncu hamur. sonra köşelendirip kanun yapıyorum hamuru, medeni kanun olsun biraz da.

benim doğal olanı korumak konusundaki tavrım budur işte :)

üzüm yiyince bağını sormak konusunda tavrım nasıldır?

bu sabah güne nasıl uyandığımı söyleyeyim size, kafamı duvara çarpmak suretiyle uyandım. rüya görüyordum, rüyamda birşey fark ettim sonra da kafamı duvarlara vurma ihtiyacı hissettim sanırım. 27 senedir uyurum, ekseriyetle bir duvara dönerek olur bu, ama hiç böyle birşey başarmamıştım. neyse işte, güne böyle başlayınca sabah biraz sevimsiz oldum, geldim hemencecik görüşmelere girdim. üç görüşme yaptım.
şimdi soracak mıyım bu neşenin bağını?
biri vardı bağ sormazdı çünkü sorarsa büyü bozulur, doğallık kaçabilirdi. sanırım doğallık biz doğmadan evvel kaçmıştı. belki elde avuçta olanla yetinme çabasıdır bu bilmiyorum.

28 Ocak 2009 Çarşamba

yaban

Zamanın birinde uzak bir ülkede bir oldboy yaşamış. Ben bugün nerdeyse onun hikayesini dinledim.Oldboylar çok severler, öyle bir sevmek görülmemiştir. Çok derin bir sevmektir o, çok kendinden bir şeyi sever gibi, çok koruyan, himaye eden, çok içten, çok hesapsız ve nerdeyse karşılıksız. Hep onu düşünmek, onun iyiliğini öncelemek gibi, aman o incinmesin diye üstüne titrer gibi, nerdeyse çocuğunu sever gibi. fekat rahatsız edici bir hikayedir bu, başında sevginin sıcağı sizi sarsa da.
ben bugün tam olarak bir akşam güneşi hikayesi dinledim.

25 Ocak 2009 Pazar

zaman

rüyamda bizim sokağın başındayız. biz diyorum ama sevgili okur, bu bizim içinde siz yoksunuz. ben ve o var sadece, duruyoruz öyle. bir şifacı kadın geliyor, benim kollarım, boynum ağrıyormuş, elinde bir merhem varmış galiba bu kadının kollarımı, boynumu filan sıvazlıyor, o da izliyor. sonra diyorum ki böyle orta yerde durmayalım biraz kenara çekilelim, biz kenara çekilirken o, orda kalıyor, yere bakarak oturuyor bir banka.uyandığımda rahatsızlanmıştım ya da başka bir terminolojide bedenim kendini iyileştirmek için semptomlar çıkarmıştı. onun yere bakışında, bakışlarında garip bir boşluk hatırlıyorum şimdi sanki unutmuş gibi, ben şimdi burda ne yapıyorum şaşkınlığı ama hafif ve puslu. aklıma hunag yaoshi geldi şimdi.

20 Ocak 2009 Salı

tiken

gezegenlerin hareketlerinden midir nedir dikenli bitkiler diken döküyor bugünlerde ve yine gezegenlerin hareketlerinden olsa gerek herşey de yolunda gidiyor sanki. bir kaç gündür bir bitkinin dikensiz halini izleyip duruyorum, ne de güzelmiş diyorum.

gezegenlerin bu isabetli kararlarının şerefine:

19 Ocak 2009 Pazartesi

çöl ortası

diyelim ki ben ortasındayım, tam ortasındayım günün, tam ortasındayım çölün. diyelim uçsuz bucaksız bu çöl, tek görebildiğim kum tepecikleri, alabildiğine engin bir çöl diyelim. ve ben orada öylece duruyorum. anneciğim, babacığım, arkadaşlarım ve tüm sosyal bağla-ntıla-rım, işim, gücüm ve tüm sosyal zımbırtılarım, evim sevgili gölgem başımı sokacak ve içi dolu ıvırım ve zıvırım, tüm bunlarım artık başka bir yerde diyelim. ya da ben artık bunlardan başka bir yerdeyim . yalnız mıyım? nasılım? neler hissediyorum?

duyularım, algı kanallarım açılmış mı biraz? tüm herşey hakkında, olan biten herşey hakkında bu tabiat kadar çıplak mı acaba hislerim, düşüncelerim? oyalanmasız, dağılmadan dikkatim. bulut bile yok, böcek bile yok, rüzgâr yok. herşey duruyor. ve durunca herşey ne garip değil mi?

17 Ocak 2009 Cumartesi

emdr röportajı

ayşe arman'dan emdr röportajı

mazi seyahat

bu hikaye paket yapan bir kadın hakkındadır.ben kadınla bir otobüs yolculuğu esnasında tanıştım.
mazi seyahatin hülyalı yolcularından biriydi. bir ara çay molası için aşağı indiğimizde, şirketten olan çayları yudumlarken sohbete başlamıştık, bana işinin inceliklerini anlatmıştı. bu hikaye incelikle paket yapan bir kadının yolculuğu hakkındadır. kahramanımız bu yola neden çıkmıştır? bu yola neden çıkılır ki, sıcacık ev bırakılıp şu soğuk kış gününde.. belki de biraz ısınmak için.. önümdeki, beyaz saçları başörtüsünden çıkmış tonton teyze sanki ısınmak için yolculuk ediyor gibi, yüzündeki tebessüm öyle diyor, anıların sıcağına gidiyor belki, şimdinin soğuğundan, yalnızlığından. bu yolcuların envai çeşit hikayesi olabilir, çevreme bakıp hikaye uydurma oyunu oynuyorum. yanımda oturan ve camdan dışarı donuk gözlerle bakan kadın belki geçmişinden bir şeye kırgındır, belki hesaplaşmaya gidiyordur. arkamda oturan ve tam ben uykuya dalacakken "hey gidi hey" diyerek konuşmaya başlayan şu davudi sesli adam, birşeyleri özlüyordur. paralelimde, elinde çakısıyla bir ahşabı sinirli sinirli oyan delikanlı herhalde öfkesine yolculuk ediyor, kimse onu öfkelendiren karşısına çıkmasa iyi olur.. belki de affeder.. kim bilir... uzun yollardan geliyor... çünkü bazen de sadece affetmek için yola çıkılır. arkada kusan kadın var ya belki kustuğu kinidir, afedersiniz biraz kötü kokuyor, sanki içerde çok beklemiş. neyse bu mola iyi oldu işte, hava alacağız. bu mola paketçi kadınla sohbet etmeye başladığımız mola.
meğer o da merak ediyormuş bu insanlar acaba niye yolcu diye. sonra anlatmaya başlıyor, geçmişe bir delil aramaya gidiyormuş. bir kırık gençlik hikayesi semtindeymiş aradığı delil.
bulunca ne yapacaksın diye sordum, "paketleyeceğim" dedi. zihni ancak paketleyince rahat bir nefes alabiliyormuş. her anı grubunu ayrı bir renk ve desenli kapla paketliyormuş. en sevdiği kabı yanına almış bu yolculuk için, çıkarıp gösterdi, hakkaten de çok güzeldi. inşallah aradığın delili bulursun dedim ve başladım kendi yolculuk hikayemi anlatmaya...
size de anlatacağım sandınız ha? pışşık :P o başka bir hikayenin konusu. bu hikaye incelikle paket yapan bir kadının delil arama yolculuğunun hikayesidir.

16 Ocak 2009 Cuma

arizona dream

kaplumbağalara mutluluk atfeden biri daha varmış.
grace de kaplumbağa oldu sonunda mutlu kaplumbağa.
dondurmak için bir ânı.
çünkü hayat dönüşür, dönüşümü biraz evvel axel'den duymuştur.
kaplumbağa ise o kadar yavaştır ki, donmaya yakın.
eskimo da son anda donmaktan kurtulmuş, hayata dönmüştür.

13 Ocak 2009 Salı

"dünyadan kaçmanın en güvenilir yolu sanattan geçer, dünyaya sıkıca bağlanmak da sanatla gerçekleşir."
goethe

man weicht der welt nicht sicherer aus als durch die kunst, un man verknüpft sich nicht sicherer mit ihr als durch die kunst.

10 Ocak 2009 Cumartesi

ikiru ve

bugün ikiru'yu seyrettim bir grup insanla beraber. bu bir grup insandan bazısının isimlerini filan bilmem ama bazı zaaflarını bilirim ve bu grubu severmişim, bugün hissettim. ikiru çok sıkıcı filmdi, öyle ki yanlarımda oturan insanlar uyudular izlerken ve film bittiğinde mustafa amca -grup lideri- geçmiş olsun dileklerini iletti. filme biraz ara verip hakkında konuşuyorken biri hislerini anlattı filmle ilgili, benzer bir tecrübeyi daha evvel yaşamış, yaşadıklarını da anlattı. o zaman dedim işte, ne güzel bir grup bu herkes cesaretle paylaşıyor içerde olup biteni, güven de vermiş demek ki dedim. neyse işte dahil olduğum bu grupları ve o gruplarla eğitilmeyi seviyorum :) h.nin dediği gibi eğitile eğitile bir hal oldum..

sonuç olarak ikiru sadece bir kereliğine seyredilebilir. akira kurusawa bunaltıcı ruh hallerini güzel anlatıyor, filmlerine bayılıyorum sıkıntıdan. "ablaa kooş bak sıkıcı bir film var, tam senlik" diye beni çağıran sevgili kardeşlerime de burdan sesleniyorum ben sıkıcı film sevseydim kurusawa severdim bikerem.

9 Ocak 2009 Cuma

II. geleneksel inşirahlı aşure günleri



bugün, birincisini 2007 senesi muharrem'inde gerçekleştirdiğimiz inşirahlı aşure günümüzü artık gelenekselleştirdiğimizi ilan etmenin sevinçli gururunu yaşıyoruz. şak şak şak şak. bazılarınız alkışlarken, bazılarınızın da aşure zaten yeterince geleneksel bir tatlı dediğini duyar gibi oluyorum. duymamış oliyim :)

dönüşlülük

yolculuğun bu noktasından sonra biraz da dışa bakabilirim, biraz da gözü dışarda olabilirim.
bu ihtiyacı geçenlerde tehanuyu anlatırken hissettim.
aslında herşey öylesine zamanlı ki, öylesine anlamlı. ayşe'nin görüşmeler arasında aynaya bakma ihtiyacı hissetmesi geldi aklıma, "yoksa sanki kayboluyorum gibi geliyordu başkalarında" dediği. benim kayboluş hikayem sadece işle de alakalı değildi hem, o da vardı ama başka birşey daha da. içerlere dönüşüm böyle bir ihtiyaçtandı işte. şimdi tekrar roman okuyabiliyor oluşum da biraz bu zamanlamayla alakalı. şimdi dinlemekten açılan yeri okuyacağım hikayelere ayırabilirim biraz.

fotoblog



defterimin kedisi bana bakıyor.
rusya'nın kedileri var, umbridge'in kedileri var, ayça'nın kedisi var. tatilimin kedileri bunlar.








tatilimin kurbağası da var.
en güzel kurbağa henüz prensmemiş olandır.












güneşli bir günde
artizler kahvesinden










yağmurlu bir günde istiklal caddesinden

8 Ocak 2009 Perşembe

acaba diyorum

aslında dikkatle bakıldığında bunun sağlam ve yaygın gerçek bir zenginlik olduğunu anlarsın; öyle ki benim anlatacak tek bir öyküm olsaydı, bütün gürültüyü bu öykünün etrafında koparırdım, ona tam değerini verebilmek için çabalardım, ama biriktirdiğim sınırsız anlatı malzemem olduğu için bunları telaşsızca ve umursamazca ele alabilirim; hatta bu işten biraz sıkıldığımı yansıtabilir, ikincil dereceden olaylarla lafı uzatıp anlamsız ayrıntılara girme lüksünü kendime tanıyabilirim.

bir kış gecesi eğer bir yolcu/ italo calvino

nehir roman

ey uhnem, uhnem'e başladım ve okurken pek çok geriye dönüşle karşılaştım. dünya nöbetine, aydınlanma değil merhamete, schrödinger'in kedisine vs.. ayşe bana sen bir roman yazsan nehir olur demişti. aaah aah, derdimi dağlara söylesem dağlar çatlar, kitaplara yazsam nehir olur. ben nehirleri severim. akışı severim. ama ben nehremem çünkü okumaktan başka bir de oynarım roman. ama yazamam öyle uzun. fekat sevmediğimden değil, beceremediğimden. entleri severim mesela. hadi sevgili okur alev alatlı için gidiyorsun da gerilere, ilmeğin gerilerine benim için de git ve hatırla sık sık atıflarda bulunduğum şu ent sözünü: "bizim lisanımızda bir şey söylemek çok uzun zaman alır, çünkü o kadar uzun zamanda söylemeye ve dinlemeye değmezse biz hiçbirşey söylemeyiz."
bu arada ey uhnem uhnem'i okurken ve referanslarla gerilere giderken aklıma saçma bir düşünce geldi ve kaç sayfa alatlı okumuşumdur diye düşününce 4000 sayfa olduğunu fark ettim, uhnemsiz :) bu biraz görmemişçe olabilirse de hoşuma gitti evet.

gitmek benim marlon ve brandom

gitmek benim marlon ve brandom'u seyrettim bugün. çok gerçekti. savaşı hissettim, o zaman ırak'tı, şimdi filistin. savaşın ortasında bir sevgilinin varlığını hissettim, bundan dolayı duyulan sıkıntıyı. hakkaten iyi oynamış kadın oyuncu, ben de jüri olsam ben de verirdim ödülü. bir de helal olsun dedim ayça'ya, sonra döndüm de içime...

7 Ocak 2009 Çarşamba

tatil güncesi

çok şaşırarak söylüyorum ki sevgili okur, çalışmayı özledim.

kaç gündür yorgan altında okuyarak ve film izleyerek, sıkıldığımda yorgan altından çıkıp biraz çay içip sohbet ederek vaktimi geçiriyorum. dinlenmeye doydum... uykuya doydum çok şükür.

ve bugün sanki kış uykusundan uyanmış bir ayıcık gibiyim, hava da bahara uyanmış havacık gibi sanki bugün.

kendimi sokaklara atacağım, aylin ve hacerle buluşacağım. capitol diyeceğim hacer'e, kadıköy anlayacak. capitol'deyken arayacağım, "sinema katındayım" diyecek, aylin'le beraber sinema katına çıkacağız hacer'in gönlü olsun da gelsin diye bekleyeceğiz, sonra hacer gelmeyince "yoksaa" diyeceğim, tekrar arayacağım ve hacer'in nautilus'un sinema katında beklediğini öğreneceğim.sonra hadi kalk git nautilus'a, çünkü hacer bugün niyetli, biz de niyetliye hürmetliyiz, iyi niyetliyiz. onların ikisini filme bırakacağım, bırakmadan evvel sinema danışmanım enes'i arayacağım çünkü bilmiyoruz ki transporter nasıl filmdir, enes diyeceğim transporter nasıl filmdir, fırsattan istifade aylin'le hacer'in rafine olmayan sinema zevkinden bahsedeceğim :P neyse ben sıkıldım nautilustan arkadaşlarla karşılaşma kısmını atlayıp ordan bir taksiye atlayıp vapura sonra nişantaşına, sanat terapisi yaşantı grubuna gideceğim. yaşayacağım tabii gitmişken.

sonra dönüş yolunda minibüste bir kavga çıkmasın mı, bir minibüste birbiriyle alakasız tam dört sarhoş (bildiğimiz kadarı ile) ve bir adet de manyak çıkınca bunların biri yanıma ikisi hemen arkama oturunca sarhoş kız, a.q diye ünleyen sarhoş oğlanı gözyaşartıcı spreyle tehdit edince korktum biraz, "sen nasıl konuşuyorsun bir bayanla" diyen diğer sarhoşa (sanırım minibüste ayık olan şoför ve ben varım tek, umuyorum şoför ayıktır, ben bugün ayığım çok şükür) cevaben ünleyen oğlan "ne bayanı ya şundaki çeneye baksana" (kadın hakkaten hiiç susmadan konuşabiliyor ve kelimeler de kayıyor bu esnada) diyince sırıtıyordum salak salak, komik de bişey oldu, spreyli sarhoş manyak kadın " çocuğa dedi ki oolum sen kafadan kontaksın, senin bir psikoloğa görünmen lazım" o esnada psikolog sırıtıyor yanında ve sırıttığı gözükmesin diye dışarı bakıyor havalarında, çünkü bu kız bütün minibüse öfkeli, herkese sataşıyor aman neme lazım.. sonra aklıma ç. geliyor, " ne var canım, ben hep bu saatte (22.00) dönüyorum eğitimden, hiç de bişey olmuyor" diyişim.. bazen de oluyormuş..

ve de bugün öğrendim ki, hacer filmden çıktıktan sonra mehmet'le buluşmak için sözleşmiş, kadıköy'de diye, mehmet de elbette ki hacer'i capitol'de beklemiş. sayın hacer k. sayın hacer k. capitol'de bekleniyorsunuz. aklıma şimdi duysal geldi bu kadar absürdlük üstüne.

not: sanatçı bu eserinde üslubunu zaman kaymaları üzerine kurmuş ve zamanın göreceliliğine atıfta bulunmuş olabilir, neden olmasın? ya da yazının kendini sokaklara atma kısmından sonrası bir gün sonra yazılmıştır, yazar kendini belki aceleyle sokaklara atınca yazıya ancak ertesi gün devam edebilmiştir, bu da mümkün evet.