25 Ekim 2009 Pazar

post

postmodernizmle ilgili bir şeyler okuyorum. hakikat kavramındaki dönüşüm, kavramların anlamının güçsüzleşmesi, yorumlanabilir oluşu, bu yorumların da kesinlikten uzak oluşu, içeriklerin yüzeyselleşmesiyle modernizmin postmodernizme evrilmesinden bahsedilir olmuş. önce edebiyatta, sonra mimaride ilk defa karşılaşmışız postmodern denen tarifle. modern kültürün politik olmayanı diye de tariflenmiş postmodern kültür. bu çağda artık maddesel üretimden daha önemli olanın bilgi üretimi olduğunu, sanayi devriminin bilgi devrimine, burjuvazinin de bilgi işçisine (oognitariat) yerini bıraktığını sonracığıma bilginin de artık bir veri değil yani verilmiş bir şey değil, toplum tarafından üretilmiş bir şey olduğunu okudum, yarın da sunum yapacağım bu şeylerle ilgili.
"mücahit, müşahit, müteahhit ve herşeye müsait" hale geliş postmodernleşme süreciyle alakalı ve bağlamdan kopuk değilmiş aslında.

Başka Yer

Zamanlardan bir zaman, ülkenin birinde, insanlardan uzak, bir dağ başında; kocaman, ihtişamlı bir şatonun küçük, sade bir odasında Sueño adında bir kız yaşarmış. Bu kızın tüm hayatı bu odada geçermiş ama tüm hayatı da bu odadan ibaret değilmiş elbette. Odası enfes bir manzaraya bakan Sueño, gün boyunca bu enfes manzarayı vegün içindeki değişimlerini izlermiş. Güneşin hareketleri, bulutların hareketleri, denizin renginin değişimi, rüzgarın sesi ve ağaçları sallandırışı, yağmurların düşüşü, tekrar güneşin açışı, karların yağışı hepsi ayrı bir coşku ve zevk verirmiş bu kıza. Ah bu odada, bu manzara karşısında ne kadar da mutluymuş. Bazı günler ise mutluluk sıcak elini üzerinden çeker, Sueño hüzünlenirmiş. Bu anlar daha çok, gözünün, annesinin bahçedeki mezarına takıldığı zamanlar olurmuş. Daha küçük bir çocukken vefat eden annesini, peder Mensajero ve bir kaç arkadaşı buraya defnettiğinden beri küçük kızın manzarası da zaman zaman hüzünle gölgelenmiş.

Yine böyle hüzünlendiği ve hatıralara daldığı bir anda, hızla vurulan kapının sesiyle irkilen Sueño karşısında dana evvel hiç görmediği yaşlı bir adam görmüş. Bu Sueño için çok garip bir anmış, şaşkınlığı tüm yüzünden okunuyormuş. Adamsa bu şaşkınlığa anlam veremeyip biraz da sinirli bir ses tonuyla " Görmüyor musun yağmurdan sırılsıklam olmuşum? İçeri almayacak mısın?" diye sormuş. O zaman Sueño'nun şaşkınlığı bir kat daha artmış işte, böyle güneşli bir havada bir insan nasıl yağmurdan sırılsıklam olsun ki... Anlam veremese de "Özür dilerim" diyip yabancıyı nazikçe içeri davet etmiş.Adama kurulanması için havlu vermiş ve oturması için bir yer göstermiş. Adamın konuşmaya başlamaya niyeti olmadığını görünce dayanamayıp sormuş " Bayım dışarıda yağmur yok, siz nasıl böyle ıslandınız?" , yabancı da yine sinirle " Neden bahsediyorsun dışarıda fırtına kopuyor" diye yanıt vermiş. Bu söylediği şey Sueño'ya o kadar komik gelmiş ki dayanamayıp gülmüş ve sonra adama dışarıdaki havayı göstermiş. " Bayım bakın dışarıda ne kadar güneşli bir hava var" , adam bunun üzerine Sueno'ya, kuzeyden geldiğini ve bu manzaranınsa güneyi gördüğünü anlatmış. Sueno için bir anlam ifade etmemiş tabii bu söylediği. "Sizin bu Kuzey dediğiniz bayım, denizin arkasında mı kalıyor?" diye sormuş. Bu defa şaşkınlık sırası adama geçmiş, bu kız çocuğu eğer benle kafa bulmuyorsa kuzeyi güneyi bilmiyor diye düşünmüş. Bunu anlamanın bir yolu olarak kızın kafasını biraz karıştırmayı görmüş. "Geçenlerde Batı tarafına yaptığım bir yolculuk esnasında senin gibi küçük bir kızla karşılaşmıştım" diye bir cümleye başlamış ama Sueno Batı tarafını da bilmiyor gibiymiş. Yine de bu adamın başka bir yerden gelmiş olabileceği fikri Sueño'nun aklına bir rüzgar gibi değip geçmiş. Bir çocukluk anısıyla gözleri buğulamış, annesinin "bak kızım görüp görebileceğin en güzel manzara bu" diyip dışarısını gösterdiği ana gitmiş bir anda. Nasıl en güzel manzara olabiliyor, öyleyse başka yerler de mi var sorusu garip bir şekilde aklına düşmüş. Düşer düşmez de bu düşündüğünün ne komik bir şey olduğunu anlamış. Elbette ki buradan başka bir yer yok diye kendi kendini onaylamış, peder Mensajero'nun da anlattıklarını hatırlayıp. Bu adam ne söylediğini bilmeyen bir ihtiyar herhalde demiş ve adamcağıza yiyecek içecek birşeyler ikram etmiş. Adam bu kızdaki tuhaflığı fark edip ikramlarına teşekkür etmiş ve fazla da oyalanmadan ordan ayrılmış.

Günler kovalamış günleri, Sueño unutmuş o gün aklına düşeni. Bir daha hiç sormamış acaba başka bir yer var mı sorusunu. Ama eskisi gibi de bakamamış artık manzaraya bir daha. Tarif edemediği bir farklılıkhissetmiş kendinde, "büyüyorum herhalde" demiş kendi kendine.

Uzun yıllar sonra, günün birinde, oturuyorken yine aynı odada, aynı pencere kenarında bir kuş pır pır etmiş kalbinde, daha evvel hissettiği, o rüzgar gibi değip geçen başka yer ihtimalini hatırladığında.

18 Ekim 2009 Pazar

yeni kıyı

garip ve uzun bir yolculuk yaptım.
çok anlatasım var ama çok yorgunum. kaybolmasını ise hiç istemiyorum tam bir görsel şölendi.
kaybolmasını çok istedim, tepeden bıraktım, şelale boyunca sürüklendi ve paramparça oldu.
parçalandığını görünce "oh be dedim", sırtımı bir ağaca yasladım, gözümde yaşlar boğazımda düğümler birikti. parçalanmasın diye az numara çekmedim. sonra ne oldu da bıraktı kertenkele kuyruğunu. bırakmak emniyetli bir iştir. üstümde krem rengi trençkot, mavi rengi kot, içimde de beyaz rengi gömlek vardı. bunlar neden önemli? neden anlamlı? kayıtlara geçilsin diye. çünkü bir numaramda kılık değiştirmiş, sandalın içine saklanmışım, sonra çıkardık içinden rızasıyla, rızamla.
tevhid-i şahsiyet bile yaptık sonra. hep beraber çıktık dağlara. yoldan dönünce özlem aradı kertenkeleydi, sandaldı anlatayım dedim
"ay aslı keşke psikolog olmasaydın" dedi.
seviyorum ben bu özlemi.
ulaş demişti ki, başlanan hiç bir ilişki bitmez , senledir, evrilir, çevrilir ama senledir hep.
amenna. ama mesela bir kere çıkıldıysa rahimden, dönülemez bir daha.

resme gelse bu anlatış, sonra yeniden anlatış, sonra bir yeni daha.
rarara rerereconstruction construction çok yaşa!
ne ilginçti değil mi her defasında?
david grand/ a step in the river.

11 Ekim 2009 Pazar

kaptanların seyir defterleri

Sevgili okur, uzak değil yakın bir zamanda sözel olmayan başlığında sana demiştim ki
"Pek çok çerçeveli düşünme eğilimi içerdeki huzuru kaçırabiliyor zaman zaman. 2004 senesinde beni bir kütüphaneden kaçırışı gibi . Bunca kitap, bunca fikir, bunca pencere "bööğ" diyerek dışarı çıkmıştım, gerçek bir mide bulantısıyla. Eskiden gayet sözel bir alanda huzur bulabiliyordum, ortasından inkişaf perdesi geçiyordu, tek başına sözel değildi elbette ki ama yine de ziyadesiyle sözeldi."

Aradan günler geçti, ben hesapta Lacan okuyorken aklıma Arabi geldi, Saussure okuyorken Gazali. Bir zamandır bu çok çerçevelilik meselesi yüzünden mesafeli olduğum metinlere şimdi başka türlü yaklaştığımı ve bunun da beni rahatlattığını fark ettim. (Kütüphanemde yaptığım düzenlemeye de döneceğim unutturma) Bu okumalar esnasında zihnime Arabi'lerin, Gazali'lerin gelişi senelerce diz çöküp dinlediğim derslerden de olabilir, şimdi koltuğumda otururken dinlediğim ve konuştuğum derste, arkamdaki panoda Hayyam rubaisi asıldığını bilmemden de.

Şimdi bu metinlerin çeşitliliğini, birinin bir türlü anlattığını diğerinin başka türlü anlatıyor olmasını eskisinden farklı yorumluyorum. Bunu diz çökerek değil de sanırım diz çökmeyerek yapmış oldum, burayı biraz düşüneceğim. Artık onlara daha çok birer yolculuk kitabı gibi baktığımı fark ettim geçen hafta sınıf arkadaşım m. ile yaptığım sohbet esnasında. "Füsus'tan nasibim sadece başıymış, devamından hiç birşey anlamadım" demişti, "demek ki bizim daha kırk fırın ekmek yememiz gerek"ti. şimdi bu sahneyi hatırlayınca " durun" diye atlayasım geldi o sahnenin içine. ilerlemeci tarih anlayışına benzemiyor mu bu dediğiniz?

Hepimizin yolculuğunun yegâne oluşu hepimizin ayrı bir yolculuk anlatısı çıkarabileceğimizi, sonra bu çıkardığımız anlatıyı da yeniden, yeniden ve yeniden ve her anlatıda değiştirebileceğimizi hatırlatıyor bana. Dolayısıyla benim yiyecek kırk fırın ekmeğim değil de gidecek apayrı bir yolum var. Yolculuk esnasında gidilmiş güzel yerler, tadılmış enfes lezzetlerle ilgili latif anlatımlara neden kapımı kapayayım? Neden direncim? Bileyim ki bu metin bir metin. Belki yazıldıktan sonra anlamları kaç defa değişti yazan için. Wittgenstein'ın mavi kitaptan sonra ne saçmalamışım ama diyip kahverengi kitabı yazması gibi ya da Celaleddin'in "her defasında bir evvelki hâle aşk deyişime tövbe ediyorum" demesi gibi.

Ups yeni soru : tam diyordum ki neden dondurulmuş birşeyi akıp giden canlı bir şeye rehber edeyim ki? Sonra bu metinlerin bazen bana, sanki konuşur gibi seslendiğini hatırladım. Kınından çıkmış kılıç olduklarını, ama binaların değil de bânilerin.

Bu soru da dursun cebimde.

Dün kütüphanemde kitapların yerlerini değiştirdim, tasavvuf kitaplarını en üst rafa alıp, onların yerine de felsefe kitaplarını koydum, elimin altında olsunlar diye. Böyle bir düzenlemenin sabahında sevgili okur artık eskisi gibi mesafeli ve "direnç"li olmadığımı fark ve ilan edebiliyorum.

Bu bana manidâr geliyor işte, perdeleri bir kere daha seviyorum. "Zulmet bizi çekmekte visale" demesi gibi Haşim'in. Ve işte ilerlemeci tarih algısına sahip olsak başka türlü okurduk birşeyleri ama döngüsel olunca algı, başka türlü okunabiliyor. İlersi gerisi olmuyor.

Ne güzel değil mi?




10 Ekim 2009 Cumartesi

pencere önü çiçeği

Yazıyı okuyup bitirince "çok postmodern olmuş" dedi, ben de "anne ben postmodern oldum" dedim.

Ben bu akşam Sueño oldum ama katlarında dolaşıp evin, bastığım yeri fark ederek. "Baba ben şimdi seçimimi yaptım" dedim, "i did it my way. "

ve içersi bir kere daha sükûn buldu.