20 Ağustos 2010 Cuma

gözyaşlarımızı bitti mi sandın?

gözyaşlarımız bitmiş, halis muhlis saf ve tabii gözyaşlarım kurumuş da suni gözyaşı kullanmam gerekmiş.

27 Temmuz 2010 Salı

çizgi film

atv'de çizgifilm izler
sanki kendi çizmiş gibi
izlerken de hayal kurar
bütün insanlar gibi

bir televizyonu olsun ister
bir de uydu anteni
izlerken uyuyakalır
hep güle atv'nin kızı

sevgili elf eda ve eşi serdar'ın şarkısı, şu stresli işimi bana sevimlileştirdiler sağolsunlar :)

26 Temmuz 2010 Pazartesi

rüyalarınızın terapisti

emdr'ın mantığını anlatırlarken rüyalardan örnek vermiş, beni kalbimden vurmuşlardı.
gözbebeklerinin işlemleme esnasında sağa sola hareketi, beynin sağ ve sol korteksini harekete geçiriyor, bilgi işlemleme sürecini sağlıklı bir şekilde tamamlamaya yarıyor. bunu duymam emdr'a güvenmemi kolaylaştırdı evet ama rüyalara bakışımı da değiştirdi, canım biraz sıkkın uyuduysam sabah canımı sıkan konuyla ilgili gayri ihtiyari bir şekilde sud düzeyime (sıkıntı düzeyi) bakıyorum ve ekseriyetle düştüğünü görüyorum. rüyaların çalışma yöntemini seviyorum, metaforlarla ve işlemleme yaparak. bu bilgi mesleğimi kendi kendime meşrulaştırmama da yardımcı oluyor. yaratıcının rüyalar vasıtasıyla yaralarımızı sarma yolunu izliyormuşuz gibi geliyor.

aslı naaptın?

çekirdeklerini çıkardım reçel yaptım:

biraz spinoza, biraz lacan, biraz deleuze ve guattari koydum, üstüne mebzul miktarda bülent somay ve ulus baker ekledim çok kısık ateşte pembeleşinceye kadar iyice karıştırdım, karışımın üstüne biraz ursula biraz da eliaçık ihsan efendiden döktüm, oldu.

rapor

yaz geldi dışarda çok yağmur var, bu akşam bizim buralarda kandil var.
bugünlerde buralarda acaip anarşi var, üstelik bu haftalar her yerler acaip urras.

7 Nisan 2010 Çarşamba

samimiyet ve zevahir

psikolojikleştirme denen bir temayül var ki biz psikolog kişilerinde çok görülür bir temayüldür. siz çok görmeyin ama napalım, böyle bir terbiyeden geçiyoruz biz de. sonra inanır mısınız geçtiğimiz terbiyenin tesirini üzerimizden atabilmek için de başka terbiyelerden geçiyoruz. inanır mısınız?

işte bu psikolojikleştirme temayülünün de bir tesiri olmuştur belki, görünür olanla bir derdim vardı benim, hani, "mühim olan kalp temizliği" gibi laflar etmezdim elbet, "icraate bakalım beyler" bile derdim . ama ibadetlerin cemiyet hayatıyla kaynaşık olması, rutinin içinde akıp gitmesi, ibadet etmeme ihtiyarını insanın elinden yavaşça alıyor gibi geliyordu bana. bu da samimiyete zarardı. halbuki samimiyet en mühimi değil miydi?

sonra günler geceler geçti ve şöyle bir şey fark ettim, samimiyet zorlukların içinden çıkandı, çıkabilendi. cemiyet bir yanıyla tehdidi olacak ve tehdit ederken de aslında koruyucusu olacaktı samimiyetin.

spinoza burda olsa bana hak verirdi eminim ki :) çünkü barış hali hep uyanıklık gerektirir sanıldığının aksine uyku değil.

zevahir ,şifonyer ve foucault

bir keresinde bir zevahir kurtarıcısına kızmıştım vakti zamanında sonra durup demiştim ki kızma elin oğluna, asıl zevahirin kurtarıcısı Settar olan Rabbimdir, örter kusurumuzu, günahımızı, çok şükür ki örter. kim ister ki tüm karanlığıyla görünür olmayı.

foucault burda olsaydı bu yazdığım üzerine Tanrı imajımdaki iktidarın büyüklüğüne dikkat çekerdi, tüm karanlığımı bilen ve yine de örten. töbe de foucault derdim ona, imaj diil o. imaj hiç bişeydir, susuzluk herşey.

içime bir foucault sesi kaçtığından beri...

denize düşünce kurtarılacaklar

denize zevahir mi düşse kurtarırsın cevahir mi?*

*cevherler.
mesela neler cevher olabilir? özgürlük, dürüstlük, samimiyet olabilir, dostluk olabilir, aşk olabilir.


peki bu cevherleri zahirden nasıl ayıracaksın hıym sorarım sana dostum? mesela aşık olduğun adamı/kadını soy bütün kimliklerinden/ zevahirinden geriye kalan saf o mu? yoksa başka birşey mi artık? yahut dostlarını bir düşün, inanışlarınız, yaşayışlarınız farklılaşınca muhabbetlerin nasıl da tıkandığını, dostluğun konuşarak güçlendiğini ve konuşmanın ne kadar da zahiri bir fiil olduğunu.

5 Nisan 2010 Pazartesi

"tüm insanlığa kahve ısmarlamak, aklımdan geçen bu"*

eşyalarımı kütüphanede bırakıp çıktım, okuyacağım şeylerin çoğu bitmişti, bazı notları cebime aldım, bir de kalem aldım, her an yazı yazmak isteyebilirim diye. diğer cebime de telefonla cüzdanımı. evet, biraz şişti cepler ama olsun, çanta taşımamak güzeldi. gidip bişeyler yedikten sonra avare avare yürüdüm sokaklarda, keyfim pek yerindeydi, ne bir telaşım vardı, ne de bir derdim. üstelik içim muhabbet doluydu, aklıma gelen bütün arkadaşları sevgiyle yad ettim, hepsini arayasım geldi tek tek. hatta sokakta gördüğüm herkese selam verip biraz sohbet edesim de geldi. yaşlı bir teyzeyi gülümseyerek, oyuncak arabaya binen küçük bir çocuğu ise baş parmağımla selamladım, aslında ilk önce çocuk beni selamlamıştı böyle, erbakan selamıyla. reklam filmlerinde zıp zıp zıplayıp herkese neşe dağıtarak koşturan insanlardan olmuştum bir anda. yani en azından hayalimde. içimden birilerini aramak, bir kahve içmek, muhabbet etmek de geçiyordu aslında ve fakat reklamlardaki zıp zıp insanlar gibi hemen o muhabbeti bırakıp ordan ayrılasım da gelebilirdi. bir de kimi arayacağımı da bilemedim. yazı tura atsam dedim. ama yazı tura bana kimi arasam iyi oluru söylemiyor, şunu arasam iyi olurmuyu söylüyor. biraz eksik bir bilgi. bu arada telefonum çaldı işte, güneşin altındayken tasarruf modundaki telefonumda arayan kim göremiyorum, kim olduğunu bilmeden açıyorum ve sürpriz :)

*dublörün dilemması

29 Mart 2010 Pazartesi

hayyam



hiç hiçbir şey bilmiyorlar
bilmek istemiyorlar
hiç hiçbir şey bilmiyorlar
bilmek istemiyorlar

şu cahillere bak
dünyanın sahibi onlar
şu cahillere bak
dünyaya egemen onlar

onlardan değilsen eğer
sana zalim derler
onlara aldırma hayyam
dostum, dostum...

hiç hiçbir şey görmüyorlar
görmek istemiyorlar
hiç hiçbir şey görmüyorlar
görmek istemiyorlar

şu cahillere bak
dünyanın sahibi onlar
şu cahillere bak
dünyanın hakimi onlar

ben bu şarkıyı seviyorum ama biraz sorunlu bence :)
sen ona cahil de, o sana zalim desin geçinip gidin gül gibi. ama ben sevmiyorum bir grubun aidi olup dışardakine cahil demeyi.

yazı-tura

saçma bir alışkanlık gelişti bende, kararsız kaldığım işlerle ilgili yazı tura atıyorum ve ekseriyetle de neticeden pişman olmuyorum, bakalım bakalım..



22 Mart 2010 Pazartesi

müzik kutusu

sevgili yazlıkblog dinleyenleri, bugün sizler için birbirinden güzel şarkılar seçtim.

ilki münip utandı'dan geliyor, geçtiğimiz haftasonu, ali emiri kültür merkezindeki konseri sayesinde gördüm ki halkımız bu kıymetli sesi tanımıyor, çok içerledim doğrusu, tanıtmak boynumun borcudur dedim:
fikrimin ince gülü

konserde söylediği başka bir şarkıyı daha paylaşmak istedim ama bulamadım, şarkıyı dinlerken bazı tsm eserlerinin ne kadar tasvir zengini olduğunu düşünmüştüm. bir resim çiziyorlar gözümüzün önüne, dinleyeni içeri davet eden bir resim.

münip utandı yokmuş, jülide sezen'den dinleyelim madem:
rüzgar uyumuş ay dalıyor

ardından başka bir tasvir zengini şarkı geliyor, bu sefer münip utandı'dan:
çepçevre bahar içinde

sıradaki şarkımızı ise ilk defa dün akşam dinledim ve vuruldum :
ana baashaq el bahr

ve sayın dinleyenler son şarkımız bir tutam baharat filminin müziği:
ya sta limania

bir sonraki programa değin esen kalın :)

11 Mart 2010 Perşembe

2049

"ademoğlu günlerden ibarettir her gün bir parçası eksilir " demiş biri, bana da sanki her gün biraz daha örülüyoruz gibi geliyor. dün, bugün ve yarınla.
geçen gün biri dedi ki " zaten herşeyi unutur o, unutmaya meyyal" üzüldüm bunu duyunca, o unutmaya meyyal kişinin haline, gördükleri rüyaları hiç hatırlamayanlara da üzülürüm. bildiğimiz kadarıyla dünya gözüyle bir tanecik hayatımız var. insan unutmak için mi yaşar o biricik hayatı?

zaman


akan ve duran şeyler üzerine düşünmeyi çok küçükken, dedemin çoruh'a bakan yazıhanesi sayesinde öğrendim. balkondan aşağı bakarken apartman yüzüyor gibi hisseder, bu hissi severdim.
bir keresinde daha 6 yaşında ya var ya yokum, kaçıp gitmişim dedemin yanına, küçük bir çocuk için uzun bir yoldu epey.
dedemi özledim şimdi ve çocukluğumu.

8 Mart 2010 Pazartesi

bazı terslikler



"yezitler" ters yazılmış :)

siz zira şunca münafık ve müşrik yezitler fahr-i aleme iman eyledik derlerdi yine kasd edip ol evlatların kimini zehir ile ve kimini susuz şehit eylediler hep lailahe illallah muhammedür resalullah diyen mel’ûn müşrik yezitler edipler ki onlara bu cefaları reva görüp …….

1 Mart 2010 Pazartesi

konuşmak

çok sevdiğiniz çok kıymet verdiğiniz biriyle konuşacak ortak bir konunuzun kalmadığı oldu mu?
konuşmanın sık sık tıkandığı, konuşsanız da ortaya kocaman bir yabancılığın çıkacağı anlar?
belki de yabancılık çıkmalıdır ortaya.

yazıdan uzun edit: bana "bu tıkanmayı yaşadığın kişi ben miyim" diye soran veyahut bunu kendi kendine düşünen sevgili arkadaşlarım, bu konu gayet alakasız bir yerden düştü aslında aklıma. leyla ipekçi için ayşe arman bir yazı yazmış, onu gördüm. eski dostmuşlar da sonradan yabancılaşmışlar, leyla dine merak sarmış, artık ayşelerle alışverişti, modaydı filan konuşmak ilgisini çekmiyormuş. düşündüm sonra, insanlar dostlukları konuşarak kuruyorlar. sonra mesela değişiyorlar aynı yönde yahut aynı hızda olmuyor diyelim değişimler, o zaman ortak konular azalıyor, konuşmalar tıkanıyor, tatsızlaşıyor. ve insan dostunun kendisini anlayamayacağını düşünür mü? düşünüyor, daha çok susuyor. sanki herkeslerin bir şahsi sözlüğü var, olaylar, anılar, anlamlar hep şahsi. ancak emek vererek öğreniyorsun diğerinin dilini. ve tabii istidat da lazım. hali hazırda kendisinin konuştuğu dile yakınsa bu arkadaşın dili kavramlar örtüşüyorsa, oh ne ala hemencecik intibak ediyor diyelim. ama sonra değişirse arkadaşlardan biri, diğeri yetişemezse o değişime ya da istekli olmazsa hiç öğrenmeye, o zaman yabancılık başlıyor işte.
istidat, emek ve isteklilik belirleyicileri gibi sanki bu öğrenme sürecinin. filmlerde romanlarda en sevdiğim şeylerden biri de bu hayali insanların tamamen yabancı birinin dilini öğrenmeye çok açık ve hevesli olmaları, sizce de güzel değil mi?

28 Şubat 2010 Pazar

esrik

cuma akşamı "yapıt ve alımlayıcı" ile ilgili bir seminere gittim,
"her tablo, her müzik yapıtı onu algılamak için bize bir organ armağan eder" diyen blanchot alıntısını aktardı konuşmacı, " dile mahrem var mı kulaktan ayrı" dediğini hatırladım celaleddin'in.

algılamak kelimesi yerine ingilizce tercümesinde "to welcome" kelimesinin kullanıldığını söyledi ender konuşmacı, bir eseri karşılayabilmek, onu misafir edebilmek için blanchot'nun gerekli gördüğü "sonsuz ötekiliğe açılan yol" dan bahsetti.

benim ancak ben oluşumu unutarak onu duyabilmem mümkündü. iki şey çağrıştı, birincisi "sohbete giderken boş bir kap gibi git ki dolasın" tavsiyesi, ikincisi björk'ün sözlerini yazdığı "all that you've ever learned, try to forget" diyen çok sevdiğim madonna şarkısı.

ve o zaman gerçekten de okumak ya da daha geniş ifadeyle bir esere şahit olmak, onu karşılamak cesaret gerektiren bir iş olacaktı çünkü ben bilmediğim bir yolculuğa çıkacaktım "öteki"ne.

sonra cumartesi günü başka bir konferansa katıldım, fethi benslama gelmişti fransa'dan, islam ve psikanaliz anlattı bizlere. ilginçti, çok uzun notlar aldım. öğrendiğim şu şeyse çok hoşuma gitti, hem de bir gün evvel dinlediğim "alımlayıcının yapıt karşısındaki hali" konusuyla da bağlantılıydı. "ikra" oku anlamına geldiği gibi aynı zamanda, doğurmak anlamına da geliyormuş. böylelikle okumak, yeni bir şey doğurmak demek oluyor. bir şeyi içine almak, onun sendekiyle birleşmesine izin vermek ve ondan yeni bir şeyi doğurtmak. büyüleyici değil mi :)






22 Şubat 2010 Pazartesi

Duha

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.
Andolsun kuşluk vaktine
Ve sükûna erdiğinde geceye ki,
Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.
Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.
O, seni yetim bulup barındırmadı mı?
Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?
Seni fakir bulup zengin etmedi mi?
Öyleyse yetimi sakın ezme.
El açıp isteyeni de sakın azarlama.
Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an

dinlemek için

9 Şubat 2010 Salı

keşif pilotu

ben bir keşif pilotuyum. galaksimin insanları beni iki yıl savaşları boyunca gösterdiğim cesaretle tanır. meraklı ve hevesli bir pilot oldum çoğu zaman. bir yerin gidilmemiş olması benim oraya gitmem için yeterli bir neden oldu hep. savaş boyunca uzay mekiğimle uzaklardaydım, içimde kımıldayan o macera tutkusuyla. bazen gemiye dönerdim ve fekat dinlenmeye alışmadan tekrar binerdim mekiğime düşerdim yollara, uzayın yollarına. savaş bitti nihayet. ilki bundan 10 yıl önce gerçekleşen ikinci iki yıl savaşları.

ben hala keşif pilotuyum, savaş yorgunu biraz. eskiden özlediğim şey hep uzak gezegenler galaksilerken şimdi uzay gemisine döndüğüm anları özlüyorum. bir müminin ibadete niyet ettiği ana benzetiyorum gemiye giriş için izin istediğim anı. izin geliyor, içeri giriyorum ait olduğum yere, bir puzzle parçasının puzzle içindeki yerine yerleşmesi gibi.

ama ben bir keşif pilotuyum.

8 Şubat 2010 Pazartesi

“Senin yaşadığın yerdeki insanlar,” dedi küçük prens, “bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar.”
“Doğru, bulamıyorlar” dedim.
“Ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirlerdi.”
“Evet, haklısın” dedim.
“Ama gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir.”

3 Şubat 2010 Çarşamba

güzel

Ölünce güçlenen veliler ve jedi'lar, aklıma ölünce badem gözlü olan körleri getiriyor. Ama veliler ve jedi'lar gerçekten güçlenir diyebilirsiniz, belki birileri de gerçekten badem gözlü oluyordur hıym? İlk durum ölenin tabiatıyla alakalıyken, ikincisi kalanın tabiatıyla alakalı olabilir belki. Çünkü biz henüz buradakiler şiirleştirmeyi, güzelleştirmeyi severiz. Birşeyi sonsuza dek güzel kılmanınsa, belki tek yolu onu öldürmektir. Ölü olan, zamanın sürprizlerinden ve hiç sürprizsiz yıpratıcılığından azadedir. Bir hatıradır, hayaldir ve şimdi tamamiyle bizimdir. Artık sonsuza dek ölü ve sevimlidir. Belki de bu yüzden herkes öldürür sevdiğini. Belki de bu yüzden bir dönüp baksak iyi olacak yanımızda uzanan sevgili diri mi?

lady d'arbanville

ölünce

"Kazanamazsın, Darth. Beni öldürürsen ne kadar güçleneceğimi hayal bile edemezsin" dedi Obi-Wan Kenobi, Darth Vader'a. Makul, dedim içimden, aklıma şu söz geldi: "Veli, dünyadayken, kınındaki kılıç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılıç gibi olup, tasarrufu, tesiri kuvvetlenir. "

2 Şubat 2010 Salı

korku üzerine



wristcutters: a love story


epiphany sahnesi.

1 Şubat 2010 Pazartesi

sevgili jeremy

Dear Jeremy,


in the last few days, I've been learning how to not trust people, and I'm glad I failed. Sometimes we depend on other people as a mirror to define us and tell us who we are. And each reflection makes me like myself a little more.


Elizabeth.

29 Ocak 2010 Cuma

sevgili günlük,

bugün, bir çizmeye hapsoldum, bozuk bir fermuarı açmaya çalışırken ojelerim çıkacak diye korktum. fonda cemil ipekçi, derya baykal ve dondurulmuş embriyolardan, dondurulmuş pizzadan bahseder gibi bahseden bir doktor amca vardı, tv'yi açık bırakıp gitmiş annem. yaklaşık bir saatlik bir mücadeleden sonra sabunlu fermuar pense marifetiyle açıldı ve ayağım nihayet serbest kaldı. giderayak kendime hürayak ismini verdim oracıkta. madem gidecektin, neden çizme çıkarıyorsun?
şey ben evde çizmeyle dolaşırım da :P yok evde çizmeyle dolaşmıyorum, sabah çizmemi çıkarıp öğlen çizmemi giymek için eve uğramıştım ya da onun gibi bişeyler.

akşam inglourious basterds'ı seyrettim, çok beğendim, sanırım tekrar seyredeceğim. fekat ben şiddet sahnesi seyrederken öyle geriliyor öyle geriliyorum ki anlatamam, sanki çizilen benim alnımmış gibi geriliyorum.

bir de bu gece dolunay var galiba.

28 Ocak 2010 Perşembe

salinger'ın ardından

"Ego ego ego. Bıktım usandım. Kendiminkinden de, başkalarınınkinden de. Bir yere varmak, farklı ve ayrıcalıklı bir şeyler yapmak, ilginç biri olmak isteyen herkesten bıktım usandım. İğrenç bir şey bu -iğrenç iğrenç. Kimin ne dediği umurumda bile değil."
"Sırf rekabetten korkmadığından emin misin? Bu işten fazla anlamam ama, iyi bir psikanalist -yani gerçekten yetenekli biri- senin bu sözlerini muhtemelen-"
"Rekabetten korktuğum filan yok. Tam tersine. Bunu göremiyor musun? Rekabet edeceğimden korkuyorum ben -beni asıl korkutan bu. Bu yüzden ayrıldım Tiyatro bölümünden. Ben herkesin değer yargılarını kabule korkunç bir şekilde koşullanmışım diye, alkışlardan ve insanların benim için deli divane olmasından hoşlanıyorum diye, bunun doğru olması gerekmez ki. Bundan utanıyorum. Bıktım usandım. Tam bir hiçkimse olacak cesaretim olmamasından usandım. Kendimden de, bir çeşit ses getirmek isteyen herkesten de usandım."

"sana bir tek şey söyleyeceğim franny. bildiğim tek şeyi. ve sakın bozulma. kötü birşey filan değil. ama eğer senin istediğin dini bir hayatsa, şunu hemen bilmelisin ki, bu evde sürüp giden o kahrolası dini eylemlerin her birini tek tek gözden kaçırıyorsun. birisi sana bir kase kutsanmış tavuk suyu çorba getirdiğinde, onu içecek sağduyudan bile yoksunsun sen- ki bu tımarhanede bessie'nin birine getirebileceği tek tavuksuyu da bu türdendir zaten. onun için, sadece söyle bana dostum, sadece söyle bana. yola düşüp bütün dünyayı dolaşsan, şu isa duanı sana doğru dürüst okumasını öğretecek bir üstat- bir guru, bir kutsal kişi- bulmak için, bunun ne yararı olacak sana? sen daha burnunun dibinde duran bir kase kutsanmış tavuksuyu çorbayı göremezken, basbayağı kutsal bir kişiyi gördüğünde onu nasıl tanıyabileceksin, ha? söyler misin?"


bir iki hafta önce durdum ve dedim ki, bu yaşına geldin aslı, hala mı franny. evet, hala franny idi ne yapalım. mezarı başında konuşsaydım salinger'ın derdim ki, nerdeyse otuzuma gelmişken hala franny.


I'm a loser baby, so why don't you kill me?

sizce ne kadar rasyonel?

akademiyi bırakıp köye yerleşen ve bahçesinde domates yetiştiren bilim adamı,
tüm ilmini ve sevenlerini bırakıp, zamanının çoğunu ne olduğu bilinmeyen bir adamla geçiren alim,
kürküyle ciğer satan kadı,
ben siftah yaptım, karşı dükkana bir gitseniz o arkadaşım henüz yapmadı diyen esnaf,
tüm servetini muhtaçlara bağışlayıp mütevazı bir hayat süren eski kodaman,
tüm servetini yakıp dövüş kulübü kuran kariyer adamı,
ferrasini satan bilge (satıp napıyordu parayı?)
hizmet diye bir şey için herşeyleri bırakıp afrika'ya giden şakird,
tibet'te yedi yıl geçiren brad pitt :P
tacı tahtı koyup yollara, çöllere düşen sultan,
kariyerinin nerdeyse zirvesindeyken çocuk doğurup kendini evladına adayan anne,
kariyerinin nerdeyse zirvesindeyken evlenip evimin kadını olacağım diyen meşhur oyuncu,
çok daha iyi kazanabilecekken azına razı olup sanatını tercih eden sanatçı,
sadece mutsuzken üretebilen ve artık üretmeme pahasına mutluluğu seçen sanatçı,
mutluluğun esaret anlamına gelebileceği durumda hürriyeti seçen kişi,
leyla ayağına gelmişken ona sen leyla değilsin diyen mecnun.

27 Ocak 2010 Çarşamba

pencere

bir pencere açmak istedim, yazı yazmak bazen pencere açmak gibidir.



sana gülümsesin bu pencere, biraz pis bir gülüş olsun ama, merak uyandırsın sende.


karşı koyama sen de bu meraka


kediyi merak öldürür, sen kedi misin?


bence merak etmek gerçekten cesaret gerektirir, yani nerden biliyoruz ki bir kitap okuduğumuzda, bir film izlediğimizde hayatımızın gerçekten değişmeyeceğini?

23 Ocak 2010 Cumartesi

hikayeler

hikayenin biri insan ve Allah ilişkisi hakkındadır, ibn tufeyl yazmıştır, hay bin yakzan'ın ıssız adadaki serencamını anlatır.

hikayenin diğeri insan ve öteki insan arasındaki ilişki hakkındadır, daniel defoe yazmıştır, ve robinson crusoe'un ıssız adada cuma'yla karşılaşmasını, efendi-köle ilişkisi üzerinden anlatır.

hikayenin bir diğeri de insanlar ve dharma initiative hakkındadır :P

insan ve Allah ilişkisi hikayesi bence çok ilginç ama bu ilişki izole bir ilişki değil, insanın diğer insanlarla olan ilişkileriyle çok bağlantılı. hikayelerimiz ne ilginç, iç içe geçmiş.


21 Ocak 2010 Perşembe

yol

yolculuk gittikçe daha keyifli bir hâl almaya başladı.
fekat keyif de geçer, gider.
nefes alıp vermek gibi çünkü herşey.
tutarsan ölürsün.
halbuki hayat bak ne güzel.

şahsi yolculuk keyiflendirici tarifim:
bir müziği dinlerken içindeki tüm sesleri tanımaya çalışmak, kulak kesilmek gibi,
bir yemeğin içinde neler olduğunu tahmin etmeye çalışmak ve tatlara odaklanmak gibi,
yolu izlemek, karşıma neler çıkardığını görmek ve tahminler yürütmek.

20 Ocak 2010 Çarşamba

olan biten

küçük bir çocuk gibi öğrenmeye çalışıyorum işte.

hayat

foucault'cuğum, mektubunda hayatı sanat eseri gibi yaşamanın güzelliğinden bahsetmişsin. güzel olmasına güzel de, biraz kullanışsız geldi bana. kolaylıkla yapısökümüne uğrayabiliyor sonra hayat ve söküp söküp yeniden örmek, sökülüp sökülüp yeniden örülmek yorucu olabiliyor.

ankacığım, biliyorum ki sen küllerinden yeniden doğabilirsin. ama en ölümsüz süper kahramanlar bile yorulabiliyor ve güçleri zayıflayabiliyor, abartma istersen. ve yüzlerine o yorgunluğa dair bir iz konuveriyor sonra. ister misin yüzünde yorgunluk izleri olsun?

ve semender
ve akrep.

9 Ocak 2010 Cumartesi

konser konsantrasyonu

bazenleri konser izlerken o anın içine giremediğim olur, gözümü kapasam müziği duyacağım, turnanın yuvasına duyduğu özlemi anlatan bir japon türküsüyle japonya'ya gidecek gökte bir turna olacağım ama gözüm açık olunca salon bir konser salonu, ben de bir seyirci olarak kalıyorum. ve sadece seyirciyken bazı konserlerde icra edilenle aramdaki mesafe çok açık olabiliyor, gayet güzel bir konser olmasına rağmen o sırada icra edilenle bir rabıta kuramamış olabiliyorum. dün akşam da tam böyle hissediyorken, japon davulcu amcanın bagetleri sırtına doğru götürdüğünü gördüm, hani bizde de mehteran büyük davullara vuracağı zaman kollarını şöyle arkaya doğru gerer ya, bu amca da o hareketin biraz daha sertini yapıyordu, sanki bir sırtına, bir davula vuruyor gibi görünüyordu. ve ben bu hareketle beraber konseri yaşamaya başladım.amcanın davula vurmasından daha canlı hissedebildiğim bir şey olacaktı sırtına vurması. hemencecik o hissi kendi sırtımda duyabilirdim, ama amca sırtına değil de davula vuruyordu, öyleyse bunu hissedeyim dedim. icra edilenle kuramadığım rabıtayı icracıyla kurmayı denedim ve o kocaman davulun önünde pata küte pata küte, davula vuran ben oldum, muhteşemdi :)

bundan sonra, konserlere götüreceğim bu tecrübeyi inşallah.

8 Ocak 2010 Cuma

analyze these

gençliğe hitabe, gençliğin cevabı
otomatik portakal,
on dakikalık 30 tane ses kaydı,
bir de cinsiyetçilik anket şeysi.

bütün bu şeylerin bittiği gün için güzel birşeyler düşünüyorum.

4 Ocak 2010 Pazartesi

ikibindokuzu nasıl bilirdik?

mekân I.Nişantaşı, Asena'nın yeri.

mekân II. Maltepe, eski ofis.

mekân III. Cerrahpaşa, bir muhallebici.

mekân IV. Üsküdar, cadde.

mekân V. Karagümrük, ne eveti aslı ne eveti. evet, ülfet.

mekân VI. Kuzguncuk, Üsküdar filan, öfori.

mekân VII. Haseki, hayat vakfı, to return to innocence.

mekân VIII. bir tatil beldesi, balkon, uzak.

mekân IX. Üsküdar, bir teras katı, konuşmak bazen güzel.

mekân X.


güzel yıldın sen ikibindokuz.

so broken

benim anka oluşum, sevgili dostum, işlemekte olduğunuz şeyi cinayet olmaktan çıkarır mı ve incelikle yapılmış bir görev dağılımı sizi mesuliyetten korur mu?