23 Mayıs 2008 Cuma

mayın tarlası

içime sinmedi sevgili okurlar, sizi bir konuda uyarmadan gözüme uyku girmeyecekti.
bu saydığım, saymadığım ve varlıklarını bilmediğim kategorilerden herhangi birine dahil olursanız başınıza gelebilecek felaketler konusunda sizi uyarmak için sıcak yatağımdan kalktım geldim. hapı yutarsınız söyliyim.. mavi mi kırmızı mı?

bazı tehlikeler var işte..

aşk denen şu illet


aşk, ideoloji, güven ve irade üzerine

bir fiyakalı başlığın daha gururuyla sizleri selamlıyorum..
sizler dediğim çok çok az kişisiniz, bu nedenle rahat olacağım, çok mahrem bir şeyden; aşktan bahsedeceğim. fekat siz de rahat olabilirsiniz çok daha az mahrem bir düzlem üzerinden konuşacağım,ideolojik düzlem, hatta bu kelime ayşeciğim için gelsin; ideolojik bağlam. sonra çook kıymetli bir zemine basacak pergelciğin ayakları.. ama önce aşk...

"insanların hayatlarında tatmadıkça bilemeyecekleri mutluluklar, sevinçler, acılar, müphem, muğlak, dile getirilemeyen duygular, haller var.

insanoğlu bir kapalı kutu. içinde ne gizli köşeler, ne mahrem mekânlar var.

seni anlıyorum.
seni seviyorum.
senden nefret ediyorum.
seni istiyorum. sensiz yapamıyorum. vesaire.
bütün bunların mânası her ferde, her âna, her şarta göre farklı farklıdır.
ama ne kadar garip. umumi olarak kullanıp duruyor ve anlaştığımızı sanıyoruz."
mustafa kutlu/ kapıları açmak

pek çok şeyler yazılmış aşk için, pek çok şeyler söylenmiş. kişi sayısınca tanımı vardır belki ve hatta, kişilerin aşkları sayısınca. mevlana hazretlerinin sözüydü sanırım "aşkı her tadışımda bir evvelkine aşk diyişime tevbe ettim" diye... aklıma transaksiyonel analizle alakalı bir geçiş geldi ama o geçiş yazıyı çok dağıtır. iyi ki en başta bir taslak yapmışım. transaksiyonel analiz cepte olsun...

diyordum ki aşk tanımları başka başka, romanlar dolusu, şarkılar, şiirler, masallar, kitaplar, kuytular dolusu... aşk şaraba benzetilir. şarap sıvıdır. sıvı bulunduğu kabın şeklini alır.

amfetamine benzeyen bir madde misin? yoksa kalpteki kara nokta mısın? ya da evvela şunun soralım, var mısın? şarkımız aşk var diyor.

tamam da nerdesin?

yazının devamı silindi..

21 Mayıs 2008 Çarşamba

gerizekalı sevgilim benim

eğlenceliymiş bu :)
gerizekalı sevgilim

20 Mayıs 2008 Salı

tebdil-i mekân

güvenli yer egzersizi diye bişey yapıyoruz terapi esnasında, kendimizi huzurlu, rahat, iyi hissettiğimiz bir yeri hayal ediyoruz. geçen hafta bir danışana anlattım bunu, bana şöyle dedi " onaltı yaşındaydım, aşıktım, unutamayacağımı anlayınca ta isviçre'ye gittim kafam dağılsın diye, dağılmadı tabii.." ne anlatmaya çalışıyor diye düşündüm evvela.. devam etti sonra.. huzurun insanın içinde olduğunu, mekandan münezzeh olduğunu anlatıyormuş. güvenli yer egzersizine getirilebilecek en hoş eleştirilerdendi, kaydedildi. tam da kaçmak, gitmek isterken uzaklara...

mekân

ne kadar kedi olduğumu hatırladığım günlerin ardından, bugün bir danışan çalıştığı mekânın kendini boğduğundan bahsetti.. evet mekân bazen boğar insanı.."sanki bir hücrede hapismişim gibi geliyor" dedi.. kimya-yı saadette huzurdan bahsederken insanın içi eğer genişse mapushane odası ona dünyanın en ferah yeri gibi gelir, eğer insanın içi daralmışsa, tahtlar, saraylar ona sıkıntı verir diyordu. aklıma bu geldi ama bu dalton ana'dan sonra geldi, hücre ve iç sıkıntısı diyince evvela dalton ana gelir aklıma. hani hapse girince perdeler işler, örtüler serer, siler, süpürür o hücreyi çiçek gibi bir odaya çevirirdi ya, hayrandım buna :) bunlardan bahsetmedim tabii danışana..

görüşme bitip de odada yalnız kalınca, kısacık arada kitap okuyayım dedim:

"insan ile mekân, eğer anlaşır sevişir ise ne güzel bir manzara doğuyor.
işte şu küçümen ev.
bakımı yapıldıktan sonra yüzüne kan gelmiş, pembeleşmiş, yeniden hayat bulmuş bir hastaya döndü.
hatta uzaktan bakıldığında bir kartpostal güzelliğine büründü. o beyaz duvarlar, o kırmızı kiremitli çatı.
çatıya uzanan yeşil ıhlamur yaprakları. sardunyaların kahkahaları, ebruli ortancaların söylediği oynak türküler" kapıları açmak/ mustafa kutlu

gedo senki

bana tehanu diyebilirsiniz..

ben aslı,
ejderhaları severim ve hayatı ve de isimleri...
ismim yanarak can veren bir aşığın hikayesinden
bundan mıdır bilmem,
en korktuğum şey yanmak ta küçüklükten..
bir ismim daha var,
az bilinen,
yerdeniz serisini okumuştum vaktiylen
orda herkesin bir bilinen ismi vardı
bir de bilinmeyen
söylediğinde ismini birine
sırrını bilirdi
ve sana tesir edebilirdi.
ben aslı, ölüm ve hayat hakkında düşünmeyi severim
bir şey canlı mıdır değil midir merak ederim
ve de canlı olan şeyleri severim..
burda okuyacağınız iki üç şeyden biri biyofiliyadır
ben aslı, iyiyim hoşum da biraz kendimi tekrar ederim
o kadar kusur kadı kızında da, keşiş kızında da...
yerdeniz serisi diyordum,
öykülerden birinde therru var,
bir yangına kurban gidiyor
yüzünde bir yanık izi therru'nun,
ona hayatı söylüyor...
therru yanmak demekmiş,
biraz benim çok bilinen ismimi andırıyor
yani biraz zorlayınca
asıl adı ise tehanu,
hayat veren anlamına geliyor
benim az bilinen ismimle aynı anlamda..
ve bu therru aslında biir ejderha..
ben çok severim ejderhaları,
tüm isimlerini.

16 Mayıs 2008 Cuma

nasip

son olarak nasipten öte köy yok diye bitiriyorum bu karar, kararsızlık bahsini.
sinema hayatım da başladığı gün bitmiş oldu.. sanat dünyası büyük bir yönetmeni kaybetti ama bir o kadar büyük bir ressam kazanmıştır belki :P
şimdi ya da asla filmi geldi aklıma
hani morgan freeman "senin için kalıyorum yaar " demişti ya, hayallerden vazgeçmişti ya, hani jack nicholson da "kendim için gidiyorum yaar" demişti ya, sonra hayallerine kavuşmuştu ya aşktan, sevgiden başka..
ağlayasım geldi şimdi salak saçma birşekilde..

ve de

böyle zamanlarda, böyle bin bir tane karar ve plan arasında
sanki karar hayati gibi geldiğinde
bazen şey olur,
birşey olur ve karar marar anlamsız olur
uzak etsin Allah bir hastalık filan çıkar
ya da başka türlü birşey
ama sürpriz birşey
o zaman dersin ki ne saçmaymış içinde bulunduğum hal.

karar

hızla karar vermem gerekiyor.
karar verip caymamam gerekiyor.
bu aralar bütün kararlarımdan cayabilirmişim geliyor.
ama sürekli de bir planlar var...
haziran ayı, temmuz ayı, eylül ayı, 2009 ve ömrün kalanı...
ya yoksa...
karar vermek şu an bana dünyanın en sıkıcı görevi gibi geliyor.
bütün bütün bütün kararlardan kaçasım geliyor
her şey inanılmaz biçimde gözümde büyüyor
biri bana sakin olmamı söylesin.

bu sabah içim içime sığmıyor

diş minem üşüdüğünde sevindim dün, bir de baktım şarkı da aynı...
komik ve de güzel..
benim bugünlerde çok çatal bir ruh halim var...
hiç bitmiyor hayal kurmalar...
oooof ne olacaksa olsun diye bir çığlık atasım var..
sonra durasım ve hep durasım var
mesela şimdi dursam hayat kolay olurdu
ama durmuyor ki akıyor
dursam şimdi dedim de
bugünlerde ölüm çok sık aklımda
ama hiç daha evvel olmadığı kadar da canlı
daha derinden duyuyorum selaları
bitecek duracak...
bir yerde dinlenmek güzel olurdu..
yer ve zaman...

14 Mayıs 2008 Çarşamba

dertli gönüllere giren işte benim zeki müren

bu sabah çok dua aldım, iyi geldi bana...
bazen aç olursunuz çünkü, siz aç olunca sizi doyuran vardır.

görüşmelerde aklıma şu geldi, bu kadar hayat var ya, bir de bunların içindeki başka hayatlar da var, danışanlar var, onların kızları, oğulları, karıları, kocaları, anneleri, babaları, abileri, ablaları, erkek arkadaşları, kız arkadaşları var... kendimi bir anda bu yakınlardan birini çok merak ediyor bulunca, değişik geldi bu bana...

aslında garip bir işim var, biri geliyor, odama giriyor, koltuğa oturuyor, içini açıyor, çok açıyor, ama istediği kadarını, sonra ağlıyor, sonra susuyor, anlatmaya devam ediyor . sonra mesela odadan çıkıyor, hayatına devam ediyor, ertesi hafta geliyor, yine anlatıyor. bazen bir vakitten sonra gelmemeye başlıyor, drop out diyoruz, ya da bazen görüşmeleri sonlandırıyoruz. yani artık gelmiyorlar, anlatmıyorlar. bazen merak ediyorum gelmeyenler neredeler napıyorlar, nasıllar... niye aramıyorum ki..

13 Mayıs 2008 Salı

bi gün doğacak çocuklara isimler

kızlarım olursa adlarını, ülfet, inanç ve hayat koyarım,
saçlarını tararım.

ebe uzlet

dün çok güzel bir kaç dakika yaşadım yeşil köşkün önünde sükûnetle dururken, sükûnet iyi bir arkadaştır. ama başka iyi bir arkadaşı arayasım geldi o an, aramadım sonra, sükûnet iyiydi yanımda. o anın içinde güzel birşeyler varsa bunu sevdiklerimize anlatmak isteriz.. deniz muhteşem, renkler büyüleyici, gece ne sakin, ne huzur verici deriz.. birbirimizi davet ederiz kendi anlarımıza, mekanlarımıza. bazen hatta ortak bile ederiz yediğimize, içtiğimize.. şöyle leziz bir iskenderdi, böyle enfes bir künefeydi diye... yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmesin diye.. biz elfler yaptığımız her işe sevdiğimiz şeylerin düşüncesinden katarız.

aslında güzel olmayan şeyleri de paylaştığımız örnekler geldi şimdi aklıma, midem bulanıyor, dişim ağrıyor, korkunç bir rüya gördüm, berbat bir gün geçirdimler gibi...

ülfet ne güzel bir şey.. ne çok sevdiğim birşey...

12 Mayıs 2008 Pazartesi

teşhir saati




nida (r.a) küçük prensli kartpostaldan sonra bana bir de küçük prensli kalemtıraş göndermiş. kartın üstünde şöyle yazıyor: "man sieht nur mit dem herzen gut. das wesentliche ist für die augen unsichtbar" yazıyor yani, "insan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. en temel şeyi gözler göremez."



kalemtıraş ise bana şimdi medeniyeti çağrıştırdı yine, ayşe ile az evvel yaptığımız sohbetin üstüne. tıraş bir medeniyet işidir. genelde yontulan medenileşir. medenileşmek biraz da evcilleşmek gibi. böyle şeyler işte...



yanıyor mu yeşil köşkün lambası yaar

Dört günün ardından…

Bir sürü kapılar açılıyor emdr ile sonra kapanıyor bazısı nazikçe
Benim kapılar nazikçe açıldı ve kapandı en azından..
Her zaman o kadar nazik olmuyor bu, biliyorum..

Emdr'dan önce bazı konular vardı, şunu şunu yazayım dediğim. Benim böyle hazır konularım hep oluyor, yoğrulmamış hamurlarım. Genelde benzer benzer şeyler… kararlılık, irade konusu vardı ile’de, ben ordan doğal olana, olmayana gitmiştim zihnimde, medeniyete ve daha ilkel olana... eğitim bir de… Güven meselesi vardı biraz da ondan evvel… bunu biraz bekleteceğim.. ile’ye dönüyordu güven meselesi ve yine doğal olana olmayana..


Emdr’dan sonra.. kapılar açılmış sanki… Bıraksam öyle de çok açılacak ki… bu metafor iyi mi oldu ne..Mevzu bir tıkanma ise… Sevdim ben bu tekniği.. dün gece rüyamda david grand’in müziklerini dinlettiler bana.. Ne mi bu emdr? Bizi zorlayan tıkanmış hatıraların (his, düşünce, olay, hayal, bedensel hatıra) çift yönlü uyarım ile (sağa sola hareket eden parmağın gözle takibi, çift yönlü uyarım veren sesler, dize, ele uyarım vs..) çözülmesi işlemi özet olarak. Eye movement desensitization and reprocessing yani. Çok özet oldu ama böyle bir şey işte…

Bugün bir ara durdum, o yeşil köşkün kapısı önünde karşımdaki yeşil ağacı seyrettim. Rüzgarı hissettim. Sadece durdum öyle. Uzun bir süre. Günlerdir ilk defa durdum. Durmak ne güzel bir şeymiş…

Eve dönüş yolunda kedi olduğum eski günler geldi aklıma. Mekan hatırası da var insanın ama daha çok kedilerin. Öyle yazıyordu bir kitapta, ben o zaman kediydim, o kitabı okuduğumda. Kediler insanlardan çok mekanlara bağlanır diyordu, kedi miyim ki demiştim…

Aklıma mekanlar geldi işte, bu yeşil binayı özleyeceğimi hissettim dört günden sonra… sonra diğer bina geldi geçen yazı geçirdiğimiz, sonra içi yeşil boyalı ortası inkişaf perdeli o oda geldi, lisede duvar kenarı arka sıra, bahçede belief ağacı altı, moda, sonra yine moda ve biraz daha moda, mare serenitatis, evet ben bir kediyim, kabe.


Ookeey keep it, go on, just follow it, goood ookeey goood…

5 Mayıs 2008 Pazartesi

ah muhsin ünlü şiirinde biyofiliya ve nekrofiliya III

"modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum"

modern bir alışkanlıktır ölmek. çünkü klasikte ölen hayvan imiş, aşıklar ölmezmiş.
çünkü ölmek kanlar içinde, bir anda, şedid.. hızlıdır çünkü...

doğmak bir bekleyiş gerektirir, bir tünel, bir sancı, bir ışık, bir geçiş, bir ayrılış, bir yol...
doğmanın sorumluluğu vardır çünkü...

ah muhsin ünlü şiirinde biyofiliya ve nekrofiliya kavramları II

WERTHER'İN YOLUNU TUTUP
KANLAR İÇİNDE İNLEYEREK ÖLMEK
yahut
KAYS'IN YOLUNU TUTUP
ANLAR İÇİNDE DİNLEYEREK OLMAK
ya da
İNSANLAR

bir başka şiirinde

seni sevmem
bu savaşı
kesintiye uğratmaz
ama ordan bakma!
bu, werther'in
leş kanını
gül kılar.

"modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum"

biyofiliya ve nekrofiliya kavramları

ilk defa alev alatlı'nın viva la muerte'sinde görmüştüm bu kavramları, hani bir kitap okudum ve hayatım değişti derler ya.. benim için öyleydi orda kimse yok mu serisi, bilhassa da viva la muerte.. biyofiliya da kitabın içine öylesine sindirilmişti ki size kitabın bunu ne kadar leziz, nefis bir biçimde anlattığımı göstermek istesem gösteremem şimdi, kitabın şurasında burasında tanımlanmış bir şey değildi, limonatanın içindeki şeker gibiydi.. ama bana bir ipucu vermişti kitap biyofiliya ve nekrofiliya'yı tanımıyla okumak istersem erich fromm'dan sevgi ve şiddetin kaynağını okumalıydım. okudum ben de, viva la muerte'deki lezzette olmasa da şöyle :

"yaşamseverlik en iyi biçimde üreticilik eğiliminde ortaya çıkar. yaşamı tümüyle seven bir kişi yaşam sürecine ve her alandaki gelişmeye ilgi duyar. elindekileri öylece tutmaktansa onlarla bir şey kurup yaratmayı yeğler. her şeye şaşırarak bakabilme gücü vardır; eski şeylerin getirdiği güvenlik duygusunun yerine, yeni şeyler aramaktan hoşlanır. kesinlik yerine yaşam serüvenini seçer.yaşama yaklaşımı mekanik değil, işlevseldir. yalnızca parçaları değil bütünü, sayısal toplamlardan çok yapısal bütünlüğü görür. insanları cansız nesnelermiş gibi şiddet kullanarak, parçalayarak, örgütsel kurallarla yöneterek değil sevgisiyle, aklıyla ve kendi kişiliğiyle etkilemek ve biçimlendirmek ister. salt heyecan yerine yaşamdan, yaşamın her türlü belirti ve görüntüsünden zevk alır."

"ölümseverler geçmişte yaşarlar; hiçbir zaman gelecekte yaşamazlar. iç dünyaları da doğal olarak duygusaldır; başka deyişle dün sahip oldukları ,-ya da sahip olduklarını sandıkları- duygularının anısını özenle korurlar. soğuk, herkesten uzak, “yasaya ve düzene” tutkun insanlardır.”ölümsever kişiyi organik şeyleri inorganik şeylere dönüştürme dürtüsü, başka deyişle yaşama tüm canlı kişiler cansız nesnelermiş gibi mekanik bir açıdan yaklaşma dürtüsü yönetir. tümüyle canlı süreçler, duygular ve düşünceler cansız nesnelere dönüştürülür. önemli olan deneylerden çok anılar, var olmaktan çok sahip olmaktır. ölümsever kişi, bir nesneye –çiçeğe ya da insana- karşı ancak ona sahip olduğu zaman ilgi duyabilir; bu yüzden onun sahib olduğu şeylere yönelen tehdit, kendisine yöneltilmiş bir tehdit gibidir; o kişi, sahib olduklarını yitirirse dünyayla olan bağlantısını da yitirir. öümsever kişilerin sahip olduklarını yitirmektense yaşamı yitirmek gibi paradoksal bir tepki göstermeleri bundandır, yaşamını yitiren kişinin, sahip olduğu şeyleri zaten yitireceğini göremezler. böyle bir kişi denetime tutkundur; denetlerken yaşamı öldürür. yaşama karşı derin bir korku duyar; çünkü yaşam yapısı gereği düzensiz ve denetimsizdir. süleyman’ın yargılama öyküsünde haksız olarak çocuğun annesi olduğunu iddia eden kadın, bu eğilime tipik bir örnektir; bu kadın canlı çocuktan vazgeçmek yerine, ikiye bölünmüş çocuğun yarısını yeğler. ölüm sever kişilere göre adalet yanlışsız bir bölme işlemi demektir; bu kişiler, kendilerince adalet saydıkları şey uğruna ölmeye ve öldürmeye hazırdırlar. “yasalara ve düzene” taparlar- yasayı ve düzeni tehdit eden her şey onların gözünde benimsedikleri yüce değerlere karşı girişilmiş olan şeytanca bir saldırıdan başka bir şey değildir."
“insanların her şeyin tümden yok edilmesinden korkmamaları, ya yaşamı sevmemelerindendir; ya yaşama karşı umursamaz olmalarından, ya da giderek çoğunun ölüme çekilmelerindendir.bir bakıma bu varsayım insanların yaşamı sevip ölümden korktuklarını dahası kültürümüzün önceki kültürlere göre insanlara daha çok heyecan ve eğlence sağladığını söyleyen varsayımla çelişmektedir. öyleyse şunu sormamız gerekir: bizim eğlence ve heyecan dediğimiz şey yaşama sevincinden ve yaşam sevgisinden çok başka bir şey olmasın?yaşam, yapısal bir gelişmedir bu nedenle yapısı gereği sıkı bir denetim altında olamaz ya da önceden belirlenemez. yaşam alanında ancak sevgi, uyarma, örnekleme gibi yaşam güçleriyle etki sağlanabilir. yaşam ancak tek tek örnekleriyle bir bireyde, bir kuşta, bir çiçekte algılanabilir. “kitleler” in yaşamı diye bir şey, soyutlanmış bir yaşam yoktur. günümüzde yaşama yaklaşımımız gittikçe mekanikleşmektedir. başlıca amacımız nesne üretmektir, bu nesnelere tapma süreci içinde kendimizi de mala dönüştürmekteyiz. "

böyle işte...