11 Ekim 2009 Pazar

kaptanların seyir defterleri

Sevgili okur, uzak değil yakın bir zamanda sözel olmayan başlığında sana demiştim ki
"Pek çok çerçeveli düşünme eğilimi içerdeki huzuru kaçırabiliyor zaman zaman. 2004 senesinde beni bir kütüphaneden kaçırışı gibi . Bunca kitap, bunca fikir, bunca pencere "bööğ" diyerek dışarı çıkmıştım, gerçek bir mide bulantısıyla. Eskiden gayet sözel bir alanda huzur bulabiliyordum, ortasından inkişaf perdesi geçiyordu, tek başına sözel değildi elbette ki ama yine de ziyadesiyle sözeldi."

Aradan günler geçti, ben hesapta Lacan okuyorken aklıma Arabi geldi, Saussure okuyorken Gazali. Bir zamandır bu çok çerçevelilik meselesi yüzünden mesafeli olduğum metinlere şimdi başka türlü yaklaştığımı ve bunun da beni rahatlattığını fark ettim. (Kütüphanemde yaptığım düzenlemeye de döneceğim unutturma) Bu okumalar esnasında zihnime Arabi'lerin, Gazali'lerin gelişi senelerce diz çöküp dinlediğim derslerden de olabilir, şimdi koltuğumda otururken dinlediğim ve konuştuğum derste, arkamdaki panoda Hayyam rubaisi asıldığını bilmemden de.

Şimdi bu metinlerin çeşitliliğini, birinin bir türlü anlattığını diğerinin başka türlü anlatıyor olmasını eskisinden farklı yorumluyorum. Bunu diz çökerek değil de sanırım diz çökmeyerek yapmış oldum, burayı biraz düşüneceğim. Artık onlara daha çok birer yolculuk kitabı gibi baktığımı fark ettim geçen hafta sınıf arkadaşım m. ile yaptığım sohbet esnasında. "Füsus'tan nasibim sadece başıymış, devamından hiç birşey anlamadım" demişti, "demek ki bizim daha kırk fırın ekmek yememiz gerek"ti. şimdi bu sahneyi hatırlayınca " durun" diye atlayasım geldi o sahnenin içine. ilerlemeci tarih anlayışına benzemiyor mu bu dediğiniz?

Hepimizin yolculuğunun yegâne oluşu hepimizin ayrı bir yolculuk anlatısı çıkarabileceğimizi, sonra bu çıkardığımız anlatıyı da yeniden, yeniden ve yeniden ve her anlatıda değiştirebileceğimizi hatırlatıyor bana. Dolayısıyla benim yiyecek kırk fırın ekmeğim değil de gidecek apayrı bir yolum var. Yolculuk esnasında gidilmiş güzel yerler, tadılmış enfes lezzetlerle ilgili latif anlatımlara neden kapımı kapayayım? Neden direncim? Bileyim ki bu metin bir metin. Belki yazıldıktan sonra anlamları kaç defa değişti yazan için. Wittgenstein'ın mavi kitaptan sonra ne saçmalamışım ama diyip kahverengi kitabı yazması gibi ya da Celaleddin'in "her defasında bir evvelki hâle aşk deyişime tövbe ediyorum" demesi gibi.

Ups yeni soru : tam diyordum ki neden dondurulmuş birşeyi akıp giden canlı bir şeye rehber edeyim ki? Sonra bu metinlerin bazen bana, sanki konuşur gibi seslendiğini hatırladım. Kınından çıkmış kılıç olduklarını, ama binaların değil de bânilerin.

Bu soru da dursun cebimde.

Dün kütüphanemde kitapların yerlerini değiştirdim, tasavvuf kitaplarını en üst rafa alıp, onların yerine de felsefe kitaplarını koydum, elimin altında olsunlar diye. Böyle bir düzenlemenin sabahında sevgili okur artık eskisi gibi mesafeli ve "direnç"li olmadığımı fark ve ilan edebiliyorum.

Bu bana manidâr geliyor işte, perdeleri bir kere daha seviyorum. "Zulmet bizi çekmekte visale" demesi gibi Haşim'in. Ve işte ilerlemeci tarih algısına sahip olsak başka türlü okurduk birşeyleri ama döngüsel olunca algı, başka türlü okunabiliyor. İlersi gerisi olmuyor.

Ne güzel değil mi?




Hiç yorum yok: